17 Eylül 2008 Çarşamba

KÖTÜ KEZİBAN

Siz Leyla ve Mecnun’u ,Kerem ile Aslı’yı,Ferhat ile Şirin’i gördünüz mü ? Ben kendi öz gözlerimle görüp bu küçük hikayeyi yazdım.Yer,zaman.kişiler ve olaylar gerçektir.
Keziban Ebemin ve H.Yusuf dedemin ruhlarına Fatihalarla…
KÖTÜ KEZİBAN


Kayseri İli,Pınarbaşı İlçesi,Eskitekke Köyü.
Bildiğiniz bir köy işte.Kışın çamurdan,yazın da tozdan geçilmez.Elektrik yok,su yok,arazi dağlık,yolları ham toprak.Hele bir de yağmur yağdımı çamurdan geçilmez.Yol kenarındaki tarlalara da kaçamazsınız.Orası daha da cıvıktır.Böyle yağışlı havalarda gelip gidenlerin ayakları birer batman çamur olur.
Eskitekke bir dağın eteklerinde kurulmuştur.Bir araba lastiğini bıraksanız taa Sıradan’a kadar yuvarlanır.Bu mesafe hiç de azımsanacak gibi değildir.Yaklaşık 20 km.
Eskitekke’den daha yukarda ise Türbe Köyü vardır.Bu köyü Rumlardan Melik Gazi aldığı için şimdiki adı Melikgazi’dir.Yöre halkı oraya hala mahalli ağızla Tülbe der.
Türbe de nereden çıktı demeyin.Tekke’yi yakından ilgilendiren bir konu için Türbe’ye tekrar döneceğiz.
Tekkeli’ler o dağlık arazide çiftçilik ve hayvancılıkla geçinirler.Dağlık olduğuna bakmayın.Orası tipik bir bozkır köyü değildir.Tekke’nin hemen üzerinden bir orman başlar ki ucu bucağı yoktur.Oraya ’MEŞELİK’ derler ya sadece meşe var sanmayın özellikle çamlar büyük yekün tutar.Yaz kış yeşil kalan diğer çam ve mazı türü ağaçlar orayı cennete çevirir.
Köyde çifte çubuğa,hayvan otlatmaya gidenler her akşam dönüşünde bir eşek yükü çam kozalağı ve dal kırıkları toplar,kış boyu bunları tezekle birlikte yakarlar.
Tekke ve çevresindeki bütün köyler Avşardır.Sadece aşağıda,ırmak kıyısındaki Kızılhan muhacirdir.Altıparmak,Gülabi,Kötüören,Kavurgalı,Kılıçkışla,Türbe,Kalaycı vs.vs.
Tekke’nin 20 km. batısında ise Pazarören Nahiyesi vardır.Burada ünlü öğretmen okulu olduğu için o bölgenin merkezidir Pazarören.
Şimdi Eskitekke dört haneli bir köydür.Oraya köy bile demeye insanın dili varmıyor ama siz dört haneli olduğuna bakmayın.Yolları asfalt,elektriği,suyu var.Hatta
şimdi Tekke’den uluslar arası telefon görüşmesi bile yapabilirsiniz.Neden ? Çünkü daha yukarıdaki Türbe’nin yolu ve elektriği buradan geçiyor da ondan.Yoksa devlet şu dört haneye asfalt yapacak değildi herhalde.
Eskiden Tekke’de 40-50 hane varmış.Belki de daha fazla.Gençler okumak için Pazarören’e gitmişler.Okuyamayanlar İstanbul,Ankara veya Kayseri’nin yolunu tutmuşlar. Gurbete gidenler bir daha geri dönmemişler.Türkiye’nin her köyünde olduğu gibi genç nesil hep büyük illere kaçmış.Çiftçilik ve hayvancılık eski cazibesini kaybetmiş.
Gözünü açan büyük şehirlerde soluğu almış.Bu göç vurgunu ise en çok Tekke’yi vurmuş olacak ki dört haneye düşüvermiş.
Eskiden çok kar yağarmış.Bu dağlar bu orman kurt,tilki,tavşan ve keklik kaynarmış.Tekkeli’ler topluca ava çıkar,en az otuz kişi birlikte avlanır, herkes birkaç avla dönermiş.Sadece bir kişi,Hüseyin Memiş Emmi tek başına avlanırmış.Köyün hemen alt başındaki tepenin ardına birkaç parça kuru yonca atar,akşam gelen tavşanlardan en az birini serermiş.Yani O’nun avlanma zamanı akşam olduğu için tek başına avlanırmış.
Akşam evine gelen misafirlerine:
-Siz biraz oturun.Ben bir tavşan alıp geleyim,der çıkarmış.
Sanki kümesten tavuk getirecek.Az sonra bir tüfek patlar,Hüseyin Emmi elinde bir tavşanla içeri girermiş.
Hele birinde günlerce kar yağmış.Kar adam boyu olup otu,çöpü kapatmış. Tekkeliler gökyüzünde kapkara,bulut gibi bir şey görmüş,önce korkmuşlar da.Meğerse
O bulut gibi olan şey yiyecek bulamayıp damlardaki yoncalara hücum eden bir keklik
sürüsüymüş.Tabii o gün herkes üçer-beşer keklik yakalamış.Gerçi o günlerde böyle yakalamakla,avlamakla bu hayvanları bitirmenin imkanı yokmuş.
Evlerin hemen hepsi tek katlı,taş yapıydı.Her evin EVLİK denilen çok büyük bir odası vardı.Evliklerin bir köşesinde şimdiki şömineye benzer ocaklar yanardı.Ocaklarda ise yazdan toplanan dallar,çam kozalakları ve tezek yakılırdı.İyi bir
Isınma olmazdı ama başka da çare yoktu.Bazı evlerde evliğin bir bölümünde inek,koyun,
keçi gibi hayvanlar bağlanırdı.Yani odanın bir kısmında hayvanlarla birlikte yaşarlardı.
Evliklerde her akşam bir araya gelerek sohbet ederlerdi.Gündüzleri ise köyün çocukları
Kuran ve namazlık öğrenirlerdi.Tabii okul yoktu.Eğitim ise eski yazı ile verilirdi.Hem
resmi de değildi.
Çocuklara namazlık ve Kuranı öğreten ise Nuh Hoca’ydı.Ünü çevreyi sarmış,
Alim olarak anılan Nuh Hoca…
Kızılhanlı İmdat Emmi :
-Ben O’nun elini iki defa öptüm,diye övünür.Öyle bir adam…
Ölüm,doğum,ad koyma,askere uğurlama,kız isteme gibi aklınıza ne gelirse hep
ön sırada Nuh Hoca vardı.Hastalanan derhal O’na koşar,okunur,bir de muska alarak dönerdi.O
-Doktora gidin.Derdi.
Gene de gelenleri kırmak istemez,zorlana zorlana muska yazar,okur-üfürürdü.Daha
Sonra pişman olur ‘Bir daha muska yazmam’ diye karar alırdı.Fakat gelenler öyle
yalvarıp,ısrar ederlerdi ki Nuh Hoca sırf insanları üzmemek için yazardı.O günlerde
tabu olmuş üfürük ve muska illeti ile bizzat savaşır,bunda da başarılı olamazdı.Hatta
çevre köylerden bile insanlar akın akın Nuh Hoca’ya koşardı.O kimseden bir kuruş
talep etmeden bu işleri yaptı.
Gariptir…İnsanlar yavaş yavaş doktora gitmeye başlayınca da Nuh Hoca’nın adı
‘Üfürükçü,muskacı’ oldu.
Nuh Hoca’nın uzun boylu,yeşile çalar çakır gözlü,oldukça yakışıklı bir oğlu vardı.
Hacı Yusuf…H.Yusuf’un şöhreti de babasından aşağı değildi.Köyün kızları o geçerken
mahsustan oyalanıp onunla bir-çift laf edebilmenin yollarını arardı.Çeşitli sebeplerle
gittiği çevre köylerin kızlarının da başını döndürmüştü.
Ava tek başına giden Hüseyin Emmi vardı ya? O’nun kızı Kezban’da Yusuf’un
başını döndürmüştü.Kezban kara kaşlı,kara gözlü,dünya güzeli bir kızdı.Köydeki bir
gencin:
-Şunu alan ölürm’ola dediği kadar güzel Kezban…
İkisi de birbirlerine tutulmuştu bir kere ve köyde duymayan kalmamıştı.
Böylece köydeki gençler Kezban’dan umudu kesmişlerdi.
H.Yusuf biraz tembelce idi.Çift çubuk O’na göre değildi.Tarlalara gitmek,ekin biçmek onun için tam bir işkenceydi.Fakat tabi ki mecburdu.Sonunda babasından dersler alarak imam olmaya karar verdi.Eskiden imam olmak için okullara gitmeye gerek yoktu.Zaten köy imamları resmi değildi.Köylü ile belli bir para veya zahire
Karşılığında anlaşıp bir yıllığına imam olunuyordu.H.Yusuf imam olursa ziraatten,
Başka bir deyişle harıl harıl çalışmaktan kurtulacaktı.Öyle de yaptı.Aldığı özel derslerle
İmam olacak hale geldi.
Nuh Hoca,bıyıkları teni terlemiş olan H.Yusuf’a Kezban’ı istedi.
O günlere göre dillere destan bir düğünle iki sevdalı evlendi.Çok mutlu bir yuva
böylece kurulmuş oldu.Köyde garip karşılansa bile onlar birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı.Tarlada,evde,,ahırda,kozalak toplamada hep el ele göz gözeydiler.
Hatta Mustafa Erdoğan (Rahmetli):
-Kezban’ı arayan Yusuf’un yanında,Yusuf’u arayan Kezban’ın yanında bulur.Ya
on metre ilerde,ya da beş metre geride.
Çok haklıydı.Aslında Kezban onu gözünün önünden ayırmak istemiyordu.Fakat
Kezban’ın korktuğu başına öyle bir geldi ki…Hem de doğum çok yakınken.
Atatürk İstiklal Savaşını başlatmış,1315-1316 doğumluları bile savaşa çağırıyordu.Eli silah tutan kim varsa seferberlik için orduya katılacaktı.Bu savaşın adı da
SEFERBERLİK olarak hatıralarda kalacaktı.
Bıyıkları yeni terlemiş olan Yusuf’ta bunlardan biriydi.Bir ana bu olayı şu dörtlükle ne güzel dile getirmiş :
Davul zurna çalınıyor
On beşliler gelsin diye
On beşliden askerm’olur
Topluyorlar ölsün diye.
İlk çocukları Elif dünyaya geldi.H.Yusuf iki ay sonra Pınarbaşı’ya (O günkü adı Aziziye)
askerlik şubesine giderek teslim oldu.Kezban günlerce ağladı,ağıtlar yaktı,dövündü durdu ama sevgili eşinin nereye gittiğini bile henüz öğrenememişti.Bir gün ilçeye giden Nuh Hoca,şubeden oğlunun İnönü Savaşlarına katılmak üzere Eskişehir çevresinde olduğunu öğrendi.Kezban’ın ayrılık acısının üzerine bir de eşini kaybetme korkusu
eklendi.Allah’a sığınıp beklemekten de başka çaresi yoktu.
H.Yusuf 1.Orduya bağlıydı.10.Ocak 1921’de 1. İnönü,31 Mart-11Nisan 1921’de de 2. İnönü Savaşlarına katıldı.Hemen akabinde gelen Büyük Taarruz’a da
katıldı. Günlerce potin ile uyudu.Arkadaşları nöbet tutuyor birkaç saat kestiriyordu.
Buna uyumak bile denmezdi.
O zamanlar yurdumuz fakirlik ve açlığın pençesinde inim inim inliyordu.
Yiyecek ve giyecek çok kıttı.Yarı aç,yarı tok,yarı çıplak…Şimdiki gibi sabun deterjan nerde? Pislikten orduda bit salgını baş gösterdi.
İşte böylesi bir ortamda Yusuf hastalandı.Vücudu yara bere içinde kalmıştı.
Allah’tan savaş ta biraz sakinleşmişti.O’nu revirde muayene eden doktor 15 gün
rapor verdi.Ayrıca Tebdil-i Hava yani nemli bir bölgeye sevki uygun görüldü.Eline evraklar verip kaybetmemesi için sıkı sıkıya da tembih ettiler.Böylece Yusuf 15 gün
izinli olarak Kayseri’nin yolunu tuttu.İzinden sonra askerlik yapacağı yer Trabzon’du
H.Yusuf bir anda kendisini kuş kadar hafif hissetti.Ne hastalığı,ne de vücudunu saran yaralar umurundaydı.Bu beklemediği fırsat birden eline geçmişti.
Yani bu izinle dünyaları O’na vermişlerdi.Gözünde tüten Kezban ve iki aylıkken bıraktığı
Kızı Elif’i görebilecekti ha?
Bir yük treninin tozlu,topraklı vagonunda yer buldu.O günler için en güzel
ve en hızlı ulaşım aracıydı.İki günde Kayseri’ye ulaşabilmişlerdi.Kayseri’de gene Allah yardım etmiş,Malatya’ya giden bir yük kamyonunda yer bulmuştu.
Kılıçkışla köyünün altında kamyondan indi.Vakit ikindiyi geçmişti.
Hızla yukarı,Tekke yönünde yürümeye başladı.Yürümeye alışıktı ama hayecandan
nefes nefese kalmıştı.
Evin önünde bir taşa oturmuş olan Hürü Ana’nın gözüne aşağıdan gelen karartı takılmış hem kirmen eğiriyor hem de göz ucuyla yaklaşmakta olan yolcuyu takip ediyordu.
Adam iyice yaklaşınca onun askeri elbisesini fark etti. Kirmeni bırakıp ellerini beline koyarak izlemeye başladı.
Şu gelen adam oğlu Yusuf’ a nasıl da benziyordu.

-Vah. Yavrum, Yusuf’um şimdi ne yapıyor acaba diye düşündü.
Aman Allah’ım Bu Yusuf’tu
-Kezibaan, Keziban
içeriden kaynanasının sesini duyan Keziban dışarı fırladı.
-Buyur ana
Hürü ana dövünüyor, ellerini dizlerine vurarak ağlıyordu. Kezban korku içinde :
- Ne var ana ne oldu?
- Kız evin yıkılmasın. Şu gelene bah hele.
Kezban şok olmuştu. Evet Oydu Yusuf’tu. Bir şeyler yapmak istiyor, parmağını oynatamıyordu. Neden sonra Yusuf iyice tanınacak kadar yaklaşınca Hürü ana yerinden fırladı. Çığlıklar atıyor, oğluna doğru koşuyordu. Onun sesini duyan köylüler damlara, pencerelere üşüşmüşlerdi.
-Ana
-Yusuf’um gadasını aldığım oğlum.
Oğlunun boynuna sarılmış ağlıyor, ağlıyordu. Yusuf , Yusufluk’ tan çıkmış, bir torba kemik olmuştu. Şimdi ikisi de hüngür hüngür ağlamaktaydı.
Keziban ayakta durmaya çalışarak onları izliyordu. Eve yürüdüler.
Kapının eşiğinde iki yaşındaki Elif’in ağlamasıyla dikkatler o yana çekildi. Hacı Yusuf çocuğa doğru koşup kucağına aldı. Elif bu çığlığı basmıştı.
İçeri girdiler. İçeri karanlıktı. Hürü ana elindeki idare lambasını Yusuf’un yüzüne doğru tuttu.
-Vah yavrum savaşta mı yaralandın? Ne bu el yüz?
-Yok ana hastalandım. Havaya alışamamışım 15 gün izin verdiler.
Kezban da isli idare lambasının aydınlattığı Yusuf’a baktı. Şu eli yüzü yara bere içindeki adam Yusuf’tu ha. O gözlerine vurgun olduğu Yusuf bu muydu? Olsun. Gelmişti ya o da yeterdi.
Yusuf’ un gözlerinin feri gitmiş, canlı cenazeye dönmüştü ocağın başındaki mindere yığılır gibi oturdu. Başladı anlatmaya.
Kezban acele ile sofrayı hazırlıyor, Yusuf’ un anlattıklarını kaçırmamak içinde ikide bir durup dinliyor, bu arada gözyaşlarına hakim olamıyordu. Kocasının boynuna sarılmak için kendini zor tutuyordu. Çünkü kaynananın yanında en ayıp şeydi.
Sofra kurulurken akşam namazını kıldırıp eve dönen Nuh Hoca içeri girdi.
Baba oğul uzun bir müddet sarılıp ağlaştılar. Nuh Hoca duygularını kolay kolay açığa vurmazdı ama oğlunu bu halde görmek onu perişan etmişti.
Akşam köylüler birer ikişer gelmeye başladı. Evlik hınca hınç insanla dolmuştu. Herkes Yusuf’un anlattıklarını dinliyor, onun haline de acıyorlardı.
Gece misafirler gittikten sonra Hürü Ana ocakta kaynayan sütü indirdi. Biraz bal ile karıştırıp Yusuf’a içirdi. Hatta bu karışımı merhem gibi yaralarına sürdü.
İnek, koyun ve keçileri vardı. Hürü Ana ve Keziban ona her gün ballı süt içirdiler. Hürü Ana, içinde koca karı ilacı dediğimiz çeşitli otlarla kaynattığı sularla Yusuf’a günde iki defa banyo yaptırdı.

Yusuf’ un yaralar iyileşmeye başladı. Bütün yaraların geçmesi ise bir hafta sürdü. Yusuf sabahtan akşama kadar kızı Elif’le oynuyordu. Yüzüne kan gelmeye başlamıştı. Keziban ise dünyanın en mutlu kadınıydı.
Tekrar ayrılık gelip çattı. Yusuf Trabzon’ a gidiyordu. Gene ağlamalar, sızlanmalar arasında yollara düştü.
O Trabzon’a neyle gitti? Nasıl gitti bilemiyoruz ama boşuna gittiği kesindi. Çünkü teslim olduğunda elindeki belgeleri mi vermedi, nedir Trabzon’ da kaydı çıkmadı.
Askere ilk gittiği kadar yani iki yılda Trabzon’ da görev yaptı. Aynı acıları ve hasreti çekti. Fakat bu sefer yarası, beresi yoktu. Bu acıları ise boşu boşuna çekti. Neden mi?
Anlatayım:
Bu belgeleri sakın kaybetme diye eline verdiler. O kaybetmeden Trabzon ‘ a teslim etti. Etmeseydi onu orda iki yıl tutmazlardı. Daha sonra İstiklal Savaşı’na katılanlara madalya vererek maaş bağladılar. Hacı Yusuf’ a da madalya verdiler ama Trabzon’ da kaydı olmadığı için madalyayı geri alıp maaşı da kestiler.
Yani acılar içinde iki yıl Trabzon’ da kalmış oldu. Boşu boşuna koca iki yıl.
Savaş bitmiş, ordu terhis edilmişti. Hacı Yusuf bir cemse ile Sivas’a kadar geldi.
Her şeyiyle Eskitekke burnunda tütüyordu. Sivas’ta cemseden indi. Kendisi gibi Kayseri’ ye giden dört kişiyle yaya olarak yollara düştü.
Bir dereden geçerken ölmüş bir askere rastladılar. Hiç değilse potinini alayım diye düşünerek askere doğru yürüdü. Çünkü kendi potini parçalanmış, bir ipe bağlayarak idare ediyordu.
Cesede yaklaşınca kum gibi bitin kaynaştığını görerek potinden vazgeçti. Birkaç metre uzağında geçip gittiler.
Ekim ayındaydılar. Gecenin soğuğuna, gündüzün sıcağına aldırmadan üç gün yaya yürüyerek Kayseri’ ye geldiler.
H. Yusuf gene zayıflamış olarak gece yarısında Tekke’ye ulaştı.
Artık yeni bir hayat başlıyordu. Kezban onu gözünün önünden hiç ayırmayacaktı.
H. Yusuf kış boyu yine babasından dersler aldı. Payaslı köyünden imamlık teklifi aldı.
O zaman imamlar devletten maaş almıyordu. Köylünün verdiği hakla geçiniyorlardı.
Payaslı’dan sonra Sıradan, Saçlı, Oruçoğlu ve de uzun yıllar kaldığı B. Kavlak Köylerinde imamlık etti.
Elif’ ten sonra bir oğlu, bir de kızı doğdu ama yaşamadılar. Daha sonra Ahmet isimli bir oğlu doğdu (1927). O biraz yaşayınca umutlandılar. O’ na nüfus cüzdanı bile çıkardılar ama da öldü. Bu arada Kezban bir-iki düşük daha yaptı. Onları şu dörtlükle ne güzel anlatıyor:
Anam d’ ölük , babam d’ ölük
Ciğerlerim bölük bölük
Yılda bir beşik bozuyom.
Kele gonşu bana n’ oluk?

Bu dörtlükten anlaşılacağı gibi Avcı Hüseyin Emmi de ölmüştü.
Daha sonra bir kızları daha oldu. Pampal Ayşe… Bu ölmedi. Ardından bir de oğlan. Bu oğlana da Ahmet adını koydular. Önceki çocuğun nüfus cüzdanı da bunun oldu (1932).
Bir kız daha. Fatma. Bu da ölmedi. Böylece üç kız bir oğulları vardı. Elif, Pampal Ayşe, Ahmet ve Fatma.
H. Yusuf Hoca ve Kezban Ana’ nın sevgileri hiç eksilmedi. Hatta daha da artarak devam etti. Gittikleri yerdeki insanlar hep onlara imrenip, örnek almaya çalıştılar. Çoğu yerde onlara zamanın Leylâ ve Mecnûn’ u dediler.
Çocukları büyüdü ve birer birer yuvadan uçtular.
Oğlu Ahmet de babası gibi çiftçiliği sevmezdi. Pazarören’ de bir bakkal dükkânı açtı. Bir de ev yaptı. Ankara’ya ve Kırıkkale’ ye gittiyse de tekrar Kayseri’ ye döndü. Ünlü Turan Otelde (şimdi yıkıldı.) çalışmaya başladı.
H. Yusuf Hoca da Kezban Ana da epeyce yaşlanmışlardı. İmamlık yapamaz hale gelince oğlunun Pazarören’deki evine yerleştiler. O evde öğretmen okulunda okuyan öğrenciler kirada oturuyordu. Bunlar evin bir odasına yerleşip diğer odaları gene kiraya vermeye devam ettiler. Kazançları da sadece bu kiraydı. H. Yusuf Hoca devlete bağlı olsaydı şimdi emekli parası da olacaktı ama hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Şimdi sadece şu üç odanın kirasıyla geçinmek zorundaydılar.
Oğlu Ahmet‘ in dokuz çocuğu vardı. Bu yüzden onlara faydası yoktu.
Onca yıl geçmiş, birbirlerine öf bile dememişlerdi. Halim selim bir adam olan H. Yusuf Hoca kavgayı hiç sevmezdi. Kezban Ana ise ona hala karasevdalıydı. Bu kavga edecekleri sebepleri de yoktu.
O evde oturan öğrenciler onlara imrenir: “Keşke ilerde bizde bunlar gibi olabilsek. ,, diye temenni ederlerdi. Kızılhan’ lı öğrenci Ömer Şahan:
-Bunların sevdası romanlara konu olur.
Diyerek hayretini gizleyemiyordu.
Artık iyice yaşlanmışlardı. H. Yusuf Hoca’ya unutma nöbeti gelmeye başladı. Yaklaşık bir saat kadar kendisinin dahi kim olduğunu unutur, nöbet gidince aklını başına toplardı.
Kezban Ebe de ise tam tersine aklı başında bir kadındı. Kezban Ebe de ise müzmin bronşit vardı. Yıllardır nefes darlığı çekiyordu. Artık çeşmeden su getirmek canına tak ediyordu.
Komşularından Ayşe Öztürk(Rahmetli) bir fikir ortaya attı.
-Öğretmen okulu sınavları var. Git Ahmet’ten bir çocuğunu al getir. Hem okusun hem size yardım etsin dedi.
Bu fikir hoşlarına gitti. H. Yusuf Hoca Kayseri’ye gelerek oğlu Ahmet’le bu durumu konuştular. Zaten Ahmet de babasına yardımcı olamamanın üzüntüsü içindeydi.
O yıl ilkokulu yeni bitiren Mustafa’yı Pazarören’ deki sınavlara soktular. Mustafa sınavı kazandı. Olaylar her iki tarafında istediği şekilde gelişmişti.
Mustafa çelimsiz, zayıf, kısa boylu bir çocuktu. Onun öğretmen okuluna gittiğine kimsenin inanası gelmiyordu. İlkokul çocuklarını andırıyordu. Pire gibi de çevikti.
Okuldan gelir gelmez helkeleri alır çeşmeye koşardı.Bazen iki-üç sefer su getirdiği oluyordu.Çok uyumlu bir çocuktu.Dedesi ve ebesi ile çok iyi anlaşıyordu.
Mustafa ikiye geçmişti.
Kezban Ebe’nin bronşiti azmış onu nefes nefese bırakıyordu. Ev işlerini yaparken ikide bir doğrulup dinleniyordu.
Artık evi süpürmek, sobayı yakmak, yemek pişirmek, bulaşık yıkamak Mustafa’nın işiydi.
Bir dediklerini iki etmeyen bu torunlarından ikisi de çok memnundular. Gece gündüz ona dua ediyorlardı. Öyle ki onu yaz tatilinde bile Kayseri’ye göndermek istemiyorlardı.
Kezban Ebe o yıl uyku uyuyamaz olmuştu.Gece az bir şey dalar,bir çıtırtı ile uyanır,o gece bir daha asla uyuyamaz,yatağın içinde sabaha kadar döner dururdu.
Okulda bir sinema vardı ve her hafta sonu film oynatılırdı.Tabii herkes gibi
Mustafa da sinemaya koşar,döndüğünde ise azıcık kestirmiş olan ebesini uykusundan ederdi.Mustafa ile anlaşamadıkları tek konu bu idi.
Çok fakirdiler.Kezban Ebe’nin eline geçen bir şeyi H.Yusuf Hoca’nın ağzına sokması,ikide birde bahçede gezinen dedesi için:
-Mustafa deden yok,deden kayboldu diye telaşlanmasına,eve gelen dedesinin:
-Kötü Kezziyban…Kötü Kezziyban diyerek böğrüne dürtüklemesine dahası
bu yaşta birbirlerini gözünün önünden ayıramayışlarına Mustafa hayret ederdi.
H.Yusuf Hoca çok saflaşmış,unutkanlığı iyice artmıştı.Birinde:
-Keziyban bu çocuk neden bizden hiç çıkmıyor? Diyerek Mustafa’yı göstermişti.
Bazen da camiye gidiyor,Kezban Ebe’nin gözünü pencerede koyuyordu.
Birinde Mustafa okuldan dönüyordu.Caminin önünde dedesini gördü.Namazdan çıkmışlar,öylesine sohbet ediyorlardı.Musrafa eve geldi.
-Aman Mustafa deden yok,dedene bir bak gadanı alıyım.
-Dedem caminin önünde.
-Ne diye alıp getirmedin?
-Yahu ne yapacaksın dedemi?Otursun bakalım,nasıl olsa gelir.
Kezban Ebe biraz rahatlamıştı.
-Ebe sen bu dedeme neden bu kadar düşkünsün?
-Oğlum dünyada dedenden daha güzel biri var mı?Hem huyu da kendinden
güzel.
Mustafa pes dedi.Bir kadın kocasına,hem de bunca yıl böylesine bağlansın,pes.
-Deden kimlerle konuşuyordu?
Gırgırın zamanı gelmiş de geçiyordu. Mustafa heyecanı henüz geçmemiş ebesine:
-Yanındakileri tanıyamadım. Yeşilçam’ dan gelmişler.
-Yeşilçam ne ulan?
-Yahu ne bileyim,film mi ne teklif ediyorlarmış.Belki de fotoroman.
-Oğlum o ne bilsin filimi?
Mustafa birden ciddileşti:
-Ebe unutma ki dedem Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük aktörüdür.Dünyada ondan daha büyük artist mi var sanıyorsun?
Kezban Ebe şakayı anlamıştı.
-Eşşek sıpası seni dedi.
Bu konuşmalar sürerken H.Yusuf Hoca içeri girdi.Kezban Ebe:
-İlahe herif başına kar yağa…Nerde kaldın bire öldüm meraktan?
O elini yumruk yapıp karısının böğrüne dürtükledi.
-Kötü Kezziban kötü Kezziyban,geldim işte.
Mustafa dedesine:
-Dede film teklifi almadın mı,Sen artist değil misin?
O soruyu pek anlamadı ama cevabı çok manidardı.
-Artistim hamdolsun.
Üçü birden kahkahayı patlattılar.
*
Birinde Mustafa sinemaya gidecek parası yoktu tabi. Bir tek kendisi olsa ne âlâ yanında da Pazarören’ e yerleşen abdalların iki oğlu Samittin ve Nurettin vardı.
-Dede filme gideceğiz, bize 75 kuruş …
-İnan yok.
-Dede ne yap yap, bize 75 kuruş.
Hacı Yusuf Hoca önce hık-mık etti ama torununun ısrarlarına dayanamayıp elini cüzdanına soktu:
-Valla şundan maada param yok.
Diyerek bir lira çıkardı.
-Artık üstelemeyin, inanın yok.
-Neyse ver bakalım.
Dışarı çıkınca üçü de karnını tuta tuta güldüler. Hacı Yusuf Hoca’ nın verdiği para 25 kuruş da fazlaydı.
Gün günden kötü geliyordu. Ev kirası geçinmelerine yetmiyordu. Bu yoksulluk Mustafa’da da yansıyordu tabii. En eski elbiselerle okula gitti geldi. Büyük bir eziklik içinde olmasına rağmen dedesini ve ebesini hiç kırmadı. Onlar da birlikte birlikte oldukları beş yıl geceli gündüzlü ona dua ettiler. Hatta H. Yusuf Hoca’ya takılırlar :
-Kaç çocuğun var? Derlerdi. O’da:
-Bir oğlum var. O da Mustafa. Benim başka çocuğum mu var ki?Derdi.
Evde sevgi hâlâ en bol olan şeydi. H. Yusuf Hoca bahçeye çıksa Kezban Ebe telaşlanıyor, eline yenecek bir şey geçse kocasının ağzına sokuyordu.Bu günler ile taban tabana ters bir hayat şekliydi.Yani hiçbir şey yok,sevgi var,şimdi ise her şey
var,sevgi yok.Onlar son demlerini kelimenin tam anlamı ile ekmeğe muhtaç geçirdiler.Hiç kimseye minnet edip ağlamadılar.Hayatları da sevgileri gibi onurluydu.
Mustafa beşinci sınıfa gelmişti.
O yıl büyük kızları Elif’i kaybettiler.Öbür kızları Pampal Ayşe Hasa Köyü’nde
yaşamaktaydı.Pazarören’e gelerek annesi ve babasını,Ramazan’ı geçirmek üzere Hasa’ya götürdü.
Bir sahur yemeğinden sonra Kezban Ebe üstü yarı açık yatağına oturmuş,sofrayı toplayan kızı Pampal Ayşe ile sohbet ediyordu.Pampal Ayşe kabı kacağı götürmek için girip çıkıyordu.
-Ana üstünü ört,üşüyeceksin.
Kezban Ebe çoktan ölmüştü.O kocasından gözünü bir an ayırmayan,sevgi dolu,
vefakar,bir o kadar da gariban kadın…
Nihayet bronşitinden ve yakasından bir türlü atamadığı fakirlikten kurtulmuştu.
Yıllardır hasretini çektiği uykusuna,hem de ebedi uykusuna kavuşmuştu.30.09.1975
O’nu Hasa’ya defnettiler.Allah (cc.)günahlarını bağışlasın,makamını cennet etsin
H.Yusuf Hoca oğlu Ahmet’le Kayseri’ye geldi.O artık yaşlı bir çocuktu.Kezban
Ebe’nin öldüğünü doğru dürüst anlayamadı bile.
O da çok yaşamadı.Birbirlerini böylesine seven iki insanın ayrılıkları pek uzun sürmedi.Tam dört ay sonra O da öldü.28.01.1975 Allah O’nun da makamını cennet etsin.
Mustafa o gün bu gündür ikinci bir Leyla ve Mecnun’a rastlamadı.Ebesi ve dedesi türünün son örnekleriydi beklide.O yaz tatili dönüşünde dedesiz ve ebesiz odasında saatlerce ağladı.
Öğretmen olduktan sonra da sattıkları o eve uğradı.Sanki cennetten gelen ebesi ve dedesi ile sohbet etti.Sel gibi gözyaşları içinde onlara Fatihalar okudu.
Eğer yaşasalardı onları alıp çalıştığı köylere götürecek,bu sevgi timsali,iki güzide
insanı başına taç yapacaktı.Bunu yapamamanın acısını ise yıllarca yüreğinde
hissedecekti. 19.01.2004