25 Eylül 2008 Perşembe
ERDOĞAN’IN KARTALI
Yiğenim Oğuzhan TÜRKER’E
Pınarbaşı’ya kış çok erken gelir.Ekim’den sonra kıştasınız demektir.Bir de kar yağmaya
başladı mı Mayıs’a kadar kalkmak bilmez.Kışın sokaklardaki karlar evlerin seviyesine çıkar.
Herkes damlardaki karı sokaklara kürür.böylece her taraf beyaza keser.Arada bir bacalar da
Tütmese orada bir köy olduğu fark edilmez bile.Gerçi yazın da fark eden yok ya…Neyse.
Avşar Söğütlü Zamantı Irmağı kıyısında,kendini hafif bir yörebe vermiş, güzel köylerimizden birisidir.Avşar,Kürt ve Aleviler birlikte yaşarlar.Daha sonra ise Yörükler de gelerek buraya yerleşmişler,karşı yamaca evler yapmışlardır.Onlara,Aydın’dan geldikleri için hem Aydınlı,hem de Yörük denmiştir.
Aydınlılar koyunculukla geçinirler.En iyi cins koyunlar onlarda olur,Bu işten de en iyi onlar anlarlar.1975 yılında Söğütlü’yü terk edip,Antep’e,Oğuzeli’ne göçtüler.Geride birkaç gelin ve iyi cins koyun ırkı bırakarak…
Söğütlü’nün toprakları çok verimlidir.Hele Zamantı’dan kanallarla sulanmaya başladıktan sonra verim daha da artmıştır.Buğday ve arpa çok ekilir.Burada buğdayın hası yetişir.Bir
hamuru olur ki,sakız gibi.Onlar beribenzer buğdayı da beğenmez ha ! Hemen her kapıda traktör vardır.
Bir de çok güzel halay çekerler.Bu halayları da Erdoğan gibi kimse çekemez.O uzun boylu
pala bıyıklı ,yakışıklı Erdoğan.Köyün delisi Erdoğan.Gözünü daldan budaktan esirgemez
derler ya? İşte öyle.Kimine göre zırdeli,kimine göreyse çok cesur,Fakat herkese göreyse çok
iyi bir insandır.Çok ta cömerttir.Yarım ekmeği olsa yalnız yemek istemez,cebindeki paraya
arkadaşları ortaktır.Yenmiş,içilmiş,yanmış ,yıkılmış O’nun için hiç mühim değildir.
Çok kardeşi vardır.Bütün kardeşleri çifte,çubuğa sarılmış,Erdoğan ise avdan ava,
düğünden düğüne koşmaktadır.Tarla işleri O’na göre değildir.O düğünlerde pala bıyıklarını
bura bura halay çekmelidir.Bir de av…Hele kar yağmaya görsün.
Babası iki evli Azgın Emmi’dir.Adı gibi de azgındır.O da gençliğinde az delilik etmemiştir
Hatta Çukurova’da eşkiyalık ettiğini söyleyenler bile vardır.Erdoğan’ a çok kızar.mavi gözleri büyür,çabuk ta sönüverir.Çünkü Erdoğan onun nazik tarafını çok iyi bilir.
-0-
Kar geceden beri yağıyordu.Erdoğan erkenden kalktı.Pencerenin önünde çayını
yudumluyordu.Karın yağışını seyrediyor,bugün vuracağı tavşanları,yakalayacağı keklikleri
hayal ediyordu.Anası Sultan Bibi büzülerek,titreyerek içeri girdi :
-Aazını oviye verdin gene,ava mı gedicin?
-He ana gadasını aldığım.Sen bi şeler hazırla.
-Ben zati annadım.Dünden tandırda börek ettiydim.Yanına ney isten?
-Yımırta mımırta suvan…
-Pendir de goyuyum mu?
Tam çıkın hazırlanıyordu ki Azgın Emmi içeri girdi :
-…dihimin hergelesi…Gene ava deel mi?
-He baba,ne diyi gızdın ki?
-Ulan bir işe havaslan,bir baltaya sap olmayacaan mı dürzü !
-Boşver bire baba Allah büyüktür.
-Benim çifteyi götürme.
Aşağıda,mektebin yanında bir sürü insan vardı.Sabah malları yemleyenler sözleşmiş gibi
Orada toplanır,saçakların altında sohbet ederlerdi.Birisi :
-Aha Erduvan geliyor.
-Gene ava gidiyor.
-Bu karda bağlasan durmaz,Erduvan bu…
-Bekle Erduvan ben de geliyom.
Erdoğan kalabalığa selam verdi.O’da sohbete katıldı.Böylece kendisiyle gidecek olanları da beklemiş oluyordu.
Yanına katılanlarla köyden çıktı.Yukarda,Taf Suyu’nun Zamantı’ya karıştığı yere
geldiler.Burda köyün değirmeni vardı.Yazın köyün mesire yeridir.Balık tutanlar,piknik yapanlar,
içki içenler hep burada olurdu.Taf Suyu derince bir vadiden akmaktaydı.Vadi çok dik olduğu için
yürümek oldukça zordu.Hele bu karda imkansız gibiydi.Düşe,kalka,sürüne epeyce yol aldılar,
İlk mağaraya geldiklerinde ise hepsi nefes nefese kalmışlardı.Herkes kendisini kuru toprağın üstüne atmıştı.Hem soluklanıyor,hem de konuşuyorlardı.Erdoğan:
-Bugün kar çok.Yukarıdaki inlerde muhakkak keklik vardır.
Bu mağaraları avucunun içi gibi bilirdi.Herkes dinlenmişti.Tekrar yolculuk
başladı.Tam mağaradan çıkmışlardı ki ‘GÜR’ diye bir ses duyarak irkildiler.Bu bir gurup
keklikti.Keklikler yukarı doğru kanat çırptılar.Erdoğan:
-Tamam çocuklar hızlanın.
Keklikler önde ,bunlar arkada olabildiğince hızla yol almaya başladılar.Sonunda keklikler bir mağaraya girdiler.Mağaraya ulaştılar.
-Kapıyı tutun !
Mağaranın ağzı zaten dardı .İki kişi gocuklarını çıkarıp ellerine kalkan yaptı.
Mağaranın içi iyice karanlık olmuştu.Keklik çırpınışları çığlıklara karışıyordu.Arada bir-iki
keklik kapıdakileri atlatıp kaçıyordu..Herkes ikişer-üçer keklik yakalamış,bir o kadarını da kaçırmışlardı.Eve dönmek üzere yola düştüler.Erdoğan üç tane yakalamıştı.Evde tel örgülü,
büyükçe bir kafesi vardı.Keklikleri oraya koydu.Arpa,buğday ve kuru üzümle besliyordu.
Sabah akşam onlarla oynuyordu.
Zamanla onları odada serbest bırakmaya başladı.Kekliklerden birisi ona iyice alışmıştı.
Bu da Erdoğan’ı sevindiriyor,ona ayrı bir ilgi göstermesini sağlıyordu.Gece gündüz Erdoğan’dan ayrılmaz olmuştu.Azgın Emmi :
-Tepene sıçır eşşoğlu eşşek diyordu.
Bahar gelmişti.Ağabeyleri ve Azgın Emmi O’nu sıkıştırıyor,hiçbir iş yapmamasına kızıyorlardı.Millet tarlaya giderken o tüfeği kapıyor,ver elini dağlar…
Keklik artık hiç kaçmıyor,köyün içinde Erdoğan’ın peşinde bir köpek gibi dolanıp duruyordu.Daha sonraları işi iyice azıttı.Sokaktan geçen çocuklara saldırmaya başladı.Hele
kırmızı renge hiç tahammül edemiyordu.Annesinin bakkala göndermek istediği çocuklar:
-Erdoğan’ın kekliği var diye o sokaktan geçemez olmuşlardı.
Bir gün Erdoğan balkonda oturuyordu.Keklik te kucağına tünemişti.Köyün üstündeki kayalıklarda bir keklik öttü.Bu boynunu uzatıp epey dinledi.Sonra pırrrr.
Gidiş o gidiş.Erdoğan avlanmaya çıktığında kekliklere ateş edemez olmuştu.O’nu
vururum diye korkuyordu.Bir gün geri dönüp omuzuna konacağını da adı gibi biliyordu.
Keklik gideli epey olmuştu.Erdoğan sabah çayını yudumluyordu.Anası Sultan Bibi yılışarak odaya girdi:
_Erduvan,Erduvan gah hele bir misafirin var.
-Buyur et ana gadasını aldığım.
-Buyur ettim ya gelmiyor,seni istiyor gah hele.
Erdoğan merakla dışarı koştu.Balkonda tavuklarla yem yiyen kekliği gördü:
Önce ‘ANAA’ diyerek hayretle bağırdı,sonra:
-Vay gözüne gurban olduğum geldin demek. Diyerek yakaladı,yüzüne gözüne sürdü.
Defalarca öptü,öptü.
-Geleceğini biliyordum.
-o-
Madrasan Tomarza’ya bağlı,Söğütlü ile sınır köydür.Kel Hüseyin Madrasanlıdır.Bir
Otobüsü vardır ve Kayseri’ye yolcu taşır.Her gün de Söğütlü’ye girerek birkaç yolcu da
buradan alır.
İçinde toz,duman,mazot kokusu hiç eksik olmaz.Delik,deşiktir.Kayseri’ye varana kadar belki on defa bozulur.Helikopter gibi de gürültüsü vardır.
Erdoğan birkaç kişi ile mektebin yanında sohbet ediyordu.Otobüs büyük bir
homurtu ile köye girdi.Kel Hüseyin yolcuları indirdi.Erdoğan :
-Gel lan kel bir çayımızı iç.
-Yahu köye bir düşeydik.Bu anasını s….. gene arızalandı.Sağ ol gurban işim çok.
-Sat ta kurtul bire şu çarkıttan.
-Kim alır oğlum bu ünü yedi düvele yayılmış……
Erdoğan’ın kafasında bir kıvılcım şakladı.
-İste lan kel !
Ortalık karışıverdi.Araya diğerlerinin de girmesiyle sıkı bir pazarlık başladı.
Epey bağırıştılar. Sonunda 150 bine anlaştılar. Erdoğan’ın iki ağabeyi de oraydaydı. Onlarda pazarlığı onayladılar.
Olayı azgın Emmiye anlattılar. O oğlunun sebatsizliğini biliyor, bir yandanda boş gezmesini istemiyordu. Ambarda biraz buğday vardı. Elli kadarda koyunu. Onları bu serserinin yolunda yok etmeyi gözü yemiyordu. Büyük oğullarının desteğiyle “Evet ” dedi.
Artık Erdoğan haftada altı gün Kayseri’ye yolcu taşıyacaktı. Yolu üstünde 5-6 köy vardı ki yolcu sıkıntısı olmazdı.
Sanayideki bir tanıdığına arabayı bir güzel tamir ettirdi. Bir de boyattı. Bizim çarkıt iyibir yolcu otobüsü olmuştu.
Erdoğan hergün erkenden kalkıp yolcuyu topluyor, Kayseri’nin yolunu tutuyordu. Geliri umduğundan daha fazlaydı.
Yalnızca Pazar günleri hiçbir yere gitmiyordu. Aslında canı av mav istemiyordu. Canı sıkkında ve bu meselede kimse ona yardım etmezdi. Çünkü dün kekliği ahırda ölmüştü.
Bu sefer Zamantı’nın peşine düşerek Malikviraz’a doğru yürüyordu.
Biraz sonra kayalığa gelecekti. Buraya Müşevge denirdi. Adam boyu ot olurdu. Biraz yukarılarda ise kayalar vardı ki insan bakmaya korkar.
Erdoğan kayalığa daldı. Faşlardan zıplaya hoplaya nihayet büyük alıcın dibine ulaştı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Çıkınını çıkarıp yemeye başladı. Hem yiyor hemde kayalığa inip kalkan koca bir kuşu izliyordu.
-Kartal dedi.
Kartal yuvaya gidip geliyordu. Belliki yavrularını yemliyordu. Erdoğan’ı bir merak sardı. Alelacele çıkınını topladı. Oraya doğru yürüdü. Tüfeğini ve çıkınını yere bırakıp kayalara tırmanmaya başladı. Biraz da güçlükle yuvaya ulaştı. Gözlerine inanamadı. Üç tane pamuk yığını gibi yavru vardı. Patlak patlak gözler ve bir kıvrık gagadan oluşan oyuncaklara benziyordular. Henüz çok küçüktüler. Birisini yakalayıp koynuna soktu. Kayalardan inip tüfeğini ve eşyasını alıp hızla oradan uzaklaştı. Ayakları yere basmıyordu sanki. Tam düzlüğe, tarlaların içine inmişti ki birkaç güvercin gördü. Nişan alıp tetiğe bastı. Bir tanesi çırpınmaya başldı. Koşup kafasını kesti. Etlerini parçaladı. Koynundaki yavruya verdi. Yavrucak aç kurt gibi saldırdı.
Hem yürüyor, hem yavruya et yediriyordu. Neden sonra yavru mışıl mışıl uyumaya başladı.
Köylüler onu gördüler:
-Erdoğan… bir şey mi var?
-Erdoğan boş geliyor.
-O boş mu gelir?
Köye girişte soranlara yavru gösterdi. Ahıra gidip hezenlere bir elma sandığı çiviledi. İçini otla doldurdu. Anası:
-Gene ne getirdin?
-Aman ana babama söyleme. Bir kartal.
-Bire oğlum sen deli mi oldun? Kartal beslenir mi?
Köyde kartalı duyan ahıra koşuyordu.
Azgın Emmi köpürüyor:
-Evde keklikten kurtulmuşken bir de kartal çıktı başımıza. Köylüyü başıma yığdı bu şerefsiz.
-baba ne gızıyon bire?
-Şimdi senin sülaleni… diye bastonu havaya kaldırıyor, sövüyor, sövüyodu.
Erdoğan ertesi gün Kayseri’den ona bir kilo kaçak tütün getirdi. Altın sarısı, tel tel bir tütündü. Azgın Emmi’nin yelkenleri suya inmişti. Hele Erdoğan:
-Baba yolcu az olursa seni Kayseri’ye götüreyim demesi yokmu? Mest oluyordu.
-Şeytan tüyü var bu it oğlu itte.
Onu Kayseri’ye götürdü mü lokantaya giderler, şöyle acılı bir kıymalı yerdi. Sonra kazancılarda, Kalede, Sobacılara doğru bir yürüyüş yaparlardı ki Azgın Emmi’nin ağzı açık kalırdı. Hele o mest lastikçilerin önünden hiç ayrılmak iste-mezdi. Birinde Erdoğan O’na bir çift mest-lastik almış,Azgın Emmi çocuklar gibi sevinmişti.Köyde zaman zaman Erdoğan’ın “Yarın seni Kayseri’ye götüreyim”Demesi için ağzının içine girerdi.
Erdoğan kartal yavrusu için her gün kıyma alıyor,köye dönünce ahıra inip yavruyu doyuruyordu.Başkaları ahıra girince iyice siniyor,otların arasına saklanıyor,Erdoğan’ı görünce de anasını görmüş gibi çırpınıp yiyecek istiyordu.
Erdoğan’ın geliri oldukça iyiydi.Köydeki iyi cins koyunlardan satın alıp babasına borcunu ödüyordu.
Kartal artık iyice büyümüştü.Beyaz tüylerinin altından kahverengi telekler çıkmaya başlamıştı.Erdoğan artık onu yukarıya,odasına çıkarmıştı.Beraber yiyip,içip,geziyorlardı.Erdoğan’dan başkasına gitmiyor,uzanan olursa gagalıyordu.Yürüyüşü bir kabadayıyı andırıyordu.Erdoğan:
-Hey çalımına gurban oluyum senin diyerek coşuyordu.
Artık balkonda rüzgar estimi 1-2 m.zıplayıp kanat çırpıyor,uçmaya hevesleniyordu.Tavuklar yem yerken aralarına dalıyordu.Birinde horoz ona saldırmış,o da bir pençede yere sermişti.Daha sonraları komşuların damlarına kona kona iyice uçmaya başlamıştı.
Bir gün Erdoğan şehre gittikten sonra kartal havalandı.Köyün üstündeki kayalara kondu.Sultan Bibi telaşlandı,bağırdı.çağırdı.O granit bir heykel gibi hiç kıpırdamadan akşama kadar orda durdu.Akşam Hormusun Boğazın’dan otobüsün geldiğini görünce süzülmeye başladı.Erdoğan onu görünce arabayı durdurdu.O’nu pencereden içeri aldı.Camın önündeki paketi açtı.O büyük bir iştahla kendisi için getirilen kıymayı yiyip Erdoğan’ın koluna tünedi.
Artık gündüzleri evde durmuyordu.Akşama kadar neredeydi,kimse bilmiyordu.Otobüs yarmadan çıkar çıkmaz kanat çırpıp süzülmeye başlıyordu. Erdoğan otobüse alıyor o da kıymayı yiye yiye köye dönüyordu.
Sadece Pazar günleri Erdoğan’la birlikteydi.Geceleride birbirinden ayrılmıyorlardı.Köylüler de bu duruma alışmışlardı.Kartal artık köyün bir parçasıydı.
İki yıl kadar bu böyle devam etti.Bir Sonbahar günü kartal kayboldu.Erdoğan aramadık yer koymadı.İçindeki döner ümidi hiç kaybolmadan onu bekledi.Ava gitmiyor dağda taşta onu arıyordu.
Kış iyice bastırmıştı.Kar nerdeyse yarım metre olmuştu.Bu yüzden otobus gitmiyordu.Bir akşam Erdoğan komşularıyla oturuyordu.Kapı tıkırdar gibi oldu.Önce aldırmadılar.Tıkırtı bir daha duyulunca Sultan Bibi kapıya koştu.Karanlıkta kimseyi göremeyince geri döndü.
-Biri şaka yapıyor herhal dedi.
Az sonra bir tıkırtı daha oldu.Bu seferde Erdoğan dışarı çıktı.O da kimseyi göremedi.
Sabah ahıra inen Sultan Bibi kapının önünde bir iz gördü.Erdoğan’ı kaldırdı.
Erdoğan acele ile giyinip koştu.Birisi karda sanki torba sürüklemiş gibi bir iz vardı.Bir kaç damla da kan.
İzler çok açıktı.Erdoğan takip ede ede köyden çıktı.Yer yer kartalın ayak ve tırnak izlerini farketti.Kafası dank etti.Adımlarını sıklaştırdı.Irmağın kıyısındaki koca söğütün altındaki karaltıyı farketti.Koşmaya başladı.Gözleri faltaşı gibi açıldı.Bu onun kartalıydı.Kanadı kırılmış,kanlar içinde kalmıştı.Hayvana son bir ümitle sarıldı.Kaskatı kesilmiş,dünden ölmüştü.Ölmeden önce Erdoğan’a uğramış,kapısını tıklatmıştı.Belki gece onu farkedebilselerdi ihtimal ölmeyecekti.
Erdoğan eliyle besleyip büyüttüğü arkadaşının cansız gövdesini karlar üzerine bıraktı.O’nu gören birkaç meraklı da ne oluyor diye oraya gelmişti.
Erdoğan ikiye katlanmış,ağlıyordu. 23.Kasım 2001
Pınarbaşı’ya kış çok erken gelir.Ekim’den sonra kıştasınız demektir.Bir de kar yağmaya
başladı mı Mayıs’a kadar kalkmak bilmez.Kışın sokaklardaki karlar evlerin seviyesine çıkar.
Herkes damlardaki karı sokaklara kürür.böylece her taraf beyaza keser.Arada bir bacalar da
Tütmese orada bir köy olduğu fark edilmez bile.Gerçi yazın da fark eden yok ya…Neyse.
Avşar Söğütlü Zamantı Irmağı kıyısında,kendini hafif bir yörebe vermiş, güzel köylerimizden birisidir.Avşar,Kürt ve Aleviler birlikte yaşarlar.Daha sonra ise Yörükler de gelerek buraya yerleşmişler,karşı yamaca evler yapmışlardır.Onlara,Aydın’dan geldikleri için hem Aydınlı,hem de Yörük denmiştir.
Aydınlılar koyunculukla geçinirler.En iyi cins koyunlar onlarda olur,Bu işten de en iyi onlar anlarlar.1975 yılında Söğütlü’yü terk edip,Antep’e,Oğuzeli’ne göçtüler.Geride birkaç gelin ve iyi cins koyun ırkı bırakarak…
Söğütlü’nün toprakları çok verimlidir.Hele Zamantı’dan kanallarla sulanmaya başladıktan sonra verim daha da artmıştır.Buğday ve arpa çok ekilir.Burada buğdayın hası yetişir.Bir
hamuru olur ki,sakız gibi.Onlar beribenzer buğdayı da beğenmez ha ! Hemen her kapıda traktör vardır.
Bir de çok güzel halay çekerler.Bu halayları da Erdoğan gibi kimse çekemez.O uzun boylu
pala bıyıklı ,yakışıklı Erdoğan.Köyün delisi Erdoğan.Gözünü daldan budaktan esirgemez
derler ya? İşte öyle.Kimine göre zırdeli,kimine göreyse çok cesur,Fakat herkese göreyse çok
iyi bir insandır.Çok ta cömerttir.Yarım ekmeği olsa yalnız yemek istemez,cebindeki paraya
arkadaşları ortaktır.Yenmiş,içilmiş,yanmış ,yıkılmış O’nun için hiç mühim değildir.
Çok kardeşi vardır.Bütün kardeşleri çifte,çubuğa sarılmış,Erdoğan ise avdan ava,
düğünden düğüne koşmaktadır.Tarla işleri O’na göre değildir.O düğünlerde pala bıyıklarını
bura bura halay çekmelidir.Bir de av…Hele kar yağmaya görsün.
Babası iki evli Azgın Emmi’dir.Adı gibi de azgındır.O da gençliğinde az delilik etmemiştir
Hatta Çukurova’da eşkiyalık ettiğini söyleyenler bile vardır.Erdoğan’ a çok kızar.mavi gözleri büyür,çabuk ta sönüverir.Çünkü Erdoğan onun nazik tarafını çok iyi bilir.
-0-
Kar geceden beri yağıyordu.Erdoğan erkenden kalktı.Pencerenin önünde çayını
yudumluyordu.Karın yağışını seyrediyor,bugün vuracağı tavşanları,yakalayacağı keklikleri
hayal ediyordu.Anası Sultan Bibi büzülerek,titreyerek içeri girdi :
-Aazını oviye verdin gene,ava mı gedicin?
-He ana gadasını aldığım.Sen bi şeler hazırla.
-Ben zati annadım.Dünden tandırda börek ettiydim.Yanına ney isten?
-Yımırta mımırta suvan…
-Pendir de goyuyum mu?
Tam çıkın hazırlanıyordu ki Azgın Emmi içeri girdi :
-…dihimin hergelesi…Gene ava deel mi?
-He baba,ne diyi gızdın ki?
-Ulan bir işe havaslan,bir baltaya sap olmayacaan mı dürzü !
-Boşver bire baba Allah büyüktür.
-Benim çifteyi götürme.
Aşağıda,mektebin yanında bir sürü insan vardı.Sabah malları yemleyenler sözleşmiş gibi
Orada toplanır,saçakların altında sohbet ederlerdi.Birisi :
-Aha Erduvan geliyor.
-Gene ava gidiyor.
-Bu karda bağlasan durmaz,Erduvan bu…
-Bekle Erduvan ben de geliyom.
Erdoğan kalabalığa selam verdi.O’da sohbete katıldı.Böylece kendisiyle gidecek olanları da beklemiş oluyordu.
Yanına katılanlarla köyden çıktı.Yukarda,Taf Suyu’nun Zamantı’ya karıştığı yere
geldiler.Burda köyün değirmeni vardı.Yazın köyün mesire yeridir.Balık tutanlar,piknik yapanlar,
içki içenler hep burada olurdu.Taf Suyu derince bir vadiden akmaktaydı.Vadi çok dik olduğu için
yürümek oldukça zordu.Hele bu karda imkansız gibiydi.Düşe,kalka,sürüne epeyce yol aldılar,
İlk mağaraya geldiklerinde ise hepsi nefes nefese kalmışlardı.Herkes kendisini kuru toprağın üstüne atmıştı.Hem soluklanıyor,hem de konuşuyorlardı.Erdoğan:
-Bugün kar çok.Yukarıdaki inlerde muhakkak keklik vardır.
Bu mağaraları avucunun içi gibi bilirdi.Herkes dinlenmişti.Tekrar yolculuk
başladı.Tam mağaradan çıkmışlardı ki ‘GÜR’ diye bir ses duyarak irkildiler.Bu bir gurup
keklikti.Keklikler yukarı doğru kanat çırptılar.Erdoğan:
-Tamam çocuklar hızlanın.
Keklikler önde ,bunlar arkada olabildiğince hızla yol almaya başladılar.Sonunda keklikler bir mağaraya girdiler.Mağaraya ulaştılar.
-Kapıyı tutun !
Mağaranın ağzı zaten dardı .İki kişi gocuklarını çıkarıp ellerine kalkan yaptı.
Mağaranın içi iyice karanlık olmuştu.Keklik çırpınışları çığlıklara karışıyordu.Arada bir-iki
keklik kapıdakileri atlatıp kaçıyordu..Herkes ikişer-üçer keklik yakalamış,bir o kadarını da kaçırmışlardı.Eve dönmek üzere yola düştüler.Erdoğan üç tane yakalamıştı.Evde tel örgülü,
büyükçe bir kafesi vardı.Keklikleri oraya koydu.Arpa,buğday ve kuru üzümle besliyordu.
Sabah akşam onlarla oynuyordu.
Zamanla onları odada serbest bırakmaya başladı.Kekliklerden birisi ona iyice alışmıştı.
Bu da Erdoğan’ı sevindiriyor,ona ayrı bir ilgi göstermesini sağlıyordu.Gece gündüz Erdoğan’dan ayrılmaz olmuştu.Azgın Emmi :
-Tepene sıçır eşşoğlu eşşek diyordu.
Bahar gelmişti.Ağabeyleri ve Azgın Emmi O’nu sıkıştırıyor,hiçbir iş yapmamasına kızıyorlardı.Millet tarlaya giderken o tüfeği kapıyor,ver elini dağlar…
Keklik artık hiç kaçmıyor,köyün içinde Erdoğan’ın peşinde bir köpek gibi dolanıp duruyordu.Daha sonraları işi iyice azıttı.Sokaktan geçen çocuklara saldırmaya başladı.Hele
kırmızı renge hiç tahammül edemiyordu.Annesinin bakkala göndermek istediği çocuklar:
-Erdoğan’ın kekliği var diye o sokaktan geçemez olmuşlardı.
Bir gün Erdoğan balkonda oturuyordu.Keklik te kucağına tünemişti.Köyün üstündeki kayalıklarda bir keklik öttü.Bu boynunu uzatıp epey dinledi.Sonra pırrrr.
Gidiş o gidiş.Erdoğan avlanmaya çıktığında kekliklere ateş edemez olmuştu.O’nu
vururum diye korkuyordu.Bir gün geri dönüp omuzuna konacağını da adı gibi biliyordu.
Keklik gideli epey olmuştu.Erdoğan sabah çayını yudumluyordu.Anası Sultan Bibi yılışarak odaya girdi:
_Erduvan,Erduvan gah hele bir misafirin var.
-Buyur et ana gadasını aldığım.
-Buyur ettim ya gelmiyor,seni istiyor gah hele.
Erdoğan merakla dışarı koştu.Balkonda tavuklarla yem yiyen kekliği gördü:
Önce ‘ANAA’ diyerek hayretle bağırdı,sonra:
-Vay gözüne gurban olduğum geldin demek. Diyerek yakaladı,yüzüne gözüne sürdü.
Defalarca öptü,öptü.
-Geleceğini biliyordum.
-o-
Madrasan Tomarza’ya bağlı,Söğütlü ile sınır köydür.Kel Hüseyin Madrasanlıdır.Bir
Otobüsü vardır ve Kayseri’ye yolcu taşır.Her gün de Söğütlü’ye girerek birkaç yolcu da
buradan alır.
İçinde toz,duman,mazot kokusu hiç eksik olmaz.Delik,deşiktir.Kayseri’ye varana kadar belki on defa bozulur.Helikopter gibi de gürültüsü vardır.
Erdoğan birkaç kişi ile mektebin yanında sohbet ediyordu.Otobüs büyük bir
homurtu ile köye girdi.Kel Hüseyin yolcuları indirdi.Erdoğan :
-Gel lan kel bir çayımızı iç.
-Yahu köye bir düşeydik.Bu anasını s….. gene arızalandı.Sağ ol gurban işim çok.
-Sat ta kurtul bire şu çarkıttan.
-Kim alır oğlum bu ünü yedi düvele yayılmış……
Erdoğan’ın kafasında bir kıvılcım şakladı.
-İste lan kel !
Ortalık karışıverdi.Araya diğerlerinin de girmesiyle sıkı bir pazarlık başladı.
Epey bağırıştılar. Sonunda 150 bine anlaştılar. Erdoğan’ın iki ağabeyi de oraydaydı. Onlarda pazarlığı onayladılar.
Olayı azgın Emmiye anlattılar. O oğlunun sebatsizliğini biliyor, bir yandanda boş gezmesini istemiyordu. Ambarda biraz buğday vardı. Elli kadarda koyunu. Onları bu serserinin yolunda yok etmeyi gözü yemiyordu. Büyük oğullarının desteğiyle “Evet ” dedi.
Artık Erdoğan haftada altı gün Kayseri’ye yolcu taşıyacaktı. Yolu üstünde 5-6 köy vardı ki yolcu sıkıntısı olmazdı.
Sanayideki bir tanıdığına arabayı bir güzel tamir ettirdi. Bir de boyattı. Bizim çarkıt iyibir yolcu otobüsü olmuştu.
Erdoğan hergün erkenden kalkıp yolcuyu topluyor, Kayseri’nin yolunu tutuyordu. Geliri umduğundan daha fazlaydı.
Yalnızca Pazar günleri hiçbir yere gitmiyordu. Aslında canı av mav istemiyordu. Canı sıkkında ve bu meselede kimse ona yardım etmezdi. Çünkü dün kekliği ahırda ölmüştü.
Bu sefer Zamantı’nın peşine düşerek Malikviraz’a doğru yürüyordu.
Biraz sonra kayalığa gelecekti. Buraya Müşevge denirdi. Adam boyu ot olurdu. Biraz yukarılarda ise kayalar vardı ki insan bakmaya korkar.
Erdoğan kayalığa daldı. Faşlardan zıplaya hoplaya nihayet büyük alıcın dibine ulaştı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Çıkınını çıkarıp yemeye başladı. Hem yiyor hemde kayalığa inip kalkan koca bir kuşu izliyordu.
-Kartal dedi.
Kartal yuvaya gidip geliyordu. Belliki yavrularını yemliyordu. Erdoğan’ı bir merak sardı. Alelacele çıkınını topladı. Oraya doğru yürüdü. Tüfeğini ve çıkınını yere bırakıp kayalara tırmanmaya başladı. Biraz da güçlükle yuvaya ulaştı. Gözlerine inanamadı. Üç tane pamuk yığını gibi yavru vardı. Patlak patlak gözler ve bir kıvrık gagadan oluşan oyuncaklara benziyordular. Henüz çok küçüktüler. Birisini yakalayıp koynuna soktu. Kayalardan inip tüfeğini ve eşyasını alıp hızla oradan uzaklaştı. Ayakları yere basmıyordu sanki. Tam düzlüğe, tarlaların içine inmişti ki birkaç güvercin gördü. Nişan alıp tetiğe bastı. Bir tanesi çırpınmaya başldı. Koşup kafasını kesti. Etlerini parçaladı. Koynundaki yavruya verdi. Yavrucak aç kurt gibi saldırdı.
Hem yürüyor, hem yavruya et yediriyordu. Neden sonra yavru mışıl mışıl uyumaya başladı.
Köylüler onu gördüler:
-Erdoğan… bir şey mi var?
-Erdoğan boş geliyor.
-O boş mu gelir?
Köye girişte soranlara yavru gösterdi. Ahıra gidip hezenlere bir elma sandığı çiviledi. İçini otla doldurdu. Anası:
-Gene ne getirdin?
-Aman ana babama söyleme. Bir kartal.
-Bire oğlum sen deli mi oldun? Kartal beslenir mi?
Köyde kartalı duyan ahıra koşuyordu.
Azgın Emmi köpürüyor:
-Evde keklikten kurtulmuşken bir de kartal çıktı başımıza. Köylüyü başıma yığdı bu şerefsiz.
-baba ne gızıyon bire?
-Şimdi senin sülaleni… diye bastonu havaya kaldırıyor, sövüyor, sövüyodu.
Erdoğan ertesi gün Kayseri’den ona bir kilo kaçak tütün getirdi. Altın sarısı, tel tel bir tütündü. Azgın Emmi’nin yelkenleri suya inmişti. Hele Erdoğan:
-Baba yolcu az olursa seni Kayseri’ye götüreyim demesi yokmu? Mest oluyordu.
-Şeytan tüyü var bu it oğlu itte.
Onu Kayseri’ye götürdü mü lokantaya giderler, şöyle acılı bir kıymalı yerdi. Sonra kazancılarda, Kalede, Sobacılara doğru bir yürüyüş yaparlardı ki Azgın Emmi’nin ağzı açık kalırdı. Hele o mest lastikçilerin önünden hiç ayrılmak iste-mezdi. Birinde Erdoğan O’na bir çift mest-lastik almış,Azgın Emmi çocuklar gibi sevinmişti.Köyde zaman zaman Erdoğan’ın “Yarın seni Kayseri’ye götüreyim”Demesi için ağzının içine girerdi.
Erdoğan kartal yavrusu için her gün kıyma alıyor,köye dönünce ahıra inip yavruyu doyuruyordu.Başkaları ahıra girince iyice siniyor,otların arasına saklanıyor,Erdoğan’ı görünce de anasını görmüş gibi çırpınıp yiyecek istiyordu.
Erdoğan’ın geliri oldukça iyiydi.Köydeki iyi cins koyunlardan satın alıp babasına borcunu ödüyordu.
Kartal artık iyice büyümüştü.Beyaz tüylerinin altından kahverengi telekler çıkmaya başlamıştı.Erdoğan artık onu yukarıya,odasına çıkarmıştı.Beraber yiyip,içip,geziyorlardı.Erdoğan’dan başkasına gitmiyor,uzanan olursa gagalıyordu.Yürüyüşü bir kabadayıyı andırıyordu.Erdoğan:
-Hey çalımına gurban oluyum senin diyerek coşuyordu.
Artık balkonda rüzgar estimi 1-2 m.zıplayıp kanat çırpıyor,uçmaya hevesleniyordu.Tavuklar yem yerken aralarına dalıyordu.Birinde horoz ona saldırmış,o da bir pençede yere sermişti.Daha sonraları komşuların damlarına kona kona iyice uçmaya başlamıştı.
Bir gün Erdoğan şehre gittikten sonra kartal havalandı.Köyün üstündeki kayalara kondu.Sultan Bibi telaşlandı,bağırdı.çağırdı.O granit bir heykel gibi hiç kıpırdamadan akşama kadar orda durdu.Akşam Hormusun Boğazın’dan otobüsün geldiğini görünce süzülmeye başladı.Erdoğan onu görünce arabayı durdurdu.O’nu pencereden içeri aldı.Camın önündeki paketi açtı.O büyük bir iştahla kendisi için getirilen kıymayı yiyip Erdoğan’ın koluna tünedi.
Artık gündüzleri evde durmuyordu.Akşama kadar neredeydi,kimse bilmiyordu.Otobüs yarmadan çıkar çıkmaz kanat çırpıp süzülmeye başlıyordu. Erdoğan otobüse alıyor o da kıymayı yiye yiye köye dönüyordu.
Sadece Pazar günleri Erdoğan’la birlikteydi.Geceleride birbirinden ayrılmıyorlardı.Köylüler de bu duruma alışmışlardı.Kartal artık köyün bir parçasıydı.
İki yıl kadar bu böyle devam etti.Bir Sonbahar günü kartal kayboldu.Erdoğan aramadık yer koymadı.İçindeki döner ümidi hiç kaybolmadan onu bekledi.Ava gitmiyor dağda taşta onu arıyordu.
Kış iyice bastırmıştı.Kar nerdeyse yarım metre olmuştu.Bu yüzden otobus gitmiyordu.Bir akşam Erdoğan komşularıyla oturuyordu.Kapı tıkırdar gibi oldu.Önce aldırmadılar.Tıkırtı bir daha duyulunca Sultan Bibi kapıya koştu.Karanlıkta kimseyi göremeyince geri döndü.
-Biri şaka yapıyor herhal dedi.
Az sonra bir tıkırtı daha oldu.Bu seferde Erdoğan dışarı çıktı.O da kimseyi göremedi.
Sabah ahıra inen Sultan Bibi kapının önünde bir iz gördü.Erdoğan’ı kaldırdı.
Erdoğan acele ile giyinip koştu.Birisi karda sanki torba sürüklemiş gibi bir iz vardı.Bir kaç damla da kan.
İzler çok açıktı.Erdoğan takip ede ede köyden çıktı.Yer yer kartalın ayak ve tırnak izlerini farketti.Kafası dank etti.Adımlarını sıklaştırdı.Irmağın kıyısındaki koca söğütün altındaki karaltıyı farketti.Koşmaya başladı.Gözleri faltaşı gibi açıldı.Bu onun kartalıydı.Kanadı kırılmış,kanlar içinde kalmıştı.Hayvana son bir ümitle sarıldı.Kaskatı kesilmiş,dünden ölmüştü.Ölmeden önce Erdoğan’a uğramış,kapısını tıklatmıştı.Belki gece onu farkedebilselerdi ihtimal ölmeyecekti.
Erdoğan eliyle besleyip büyüttüğü arkadaşının cansız gövdesini karlar üzerine bıraktı.O’nu gören birkaç meraklı da ne oluyor diye oraya gelmişti.
Erdoğan ikiye katlanmış,ağlıyordu. 23.Kasım 2001
17 Eylül 2008 Çarşamba
KÖTÜ KEZİBAN
Siz Leyla ve Mecnun’u ,Kerem ile Aslı’yı,Ferhat ile Şirin’i gördünüz mü ? Ben kendi öz gözlerimle görüp bu küçük hikayeyi yazdım.Yer,zaman.kişiler ve olaylar gerçektir.
Keziban Ebemin ve H.Yusuf dedemin ruhlarına Fatihalarla…
KÖTÜ KEZİBAN
Kayseri İli,Pınarbaşı İlçesi,Eskitekke Köyü.
Bildiğiniz bir köy işte.Kışın çamurdan,yazın da tozdan geçilmez.Elektrik yok,su yok,arazi dağlık,yolları ham toprak.Hele bir de yağmur yağdımı çamurdan geçilmez.Yol kenarındaki tarlalara da kaçamazsınız.Orası daha da cıvıktır.Böyle yağışlı havalarda gelip gidenlerin ayakları birer batman çamur olur.
Eskitekke bir dağın eteklerinde kurulmuştur.Bir araba lastiğini bıraksanız taa Sıradan’a kadar yuvarlanır.Bu mesafe hiç de azımsanacak gibi değildir.Yaklaşık 20 km.
Eskitekke’den daha yukarda ise Türbe Köyü vardır.Bu köyü Rumlardan Melik Gazi aldığı için şimdiki adı Melikgazi’dir.Yöre halkı oraya hala mahalli ağızla Tülbe der.
Türbe de nereden çıktı demeyin.Tekke’yi yakından ilgilendiren bir konu için Türbe’ye tekrar döneceğiz.
Tekkeli’ler o dağlık arazide çiftçilik ve hayvancılıkla geçinirler.Dağlık olduğuna bakmayın.Orası tipik bir bozkır köyü değildir.Tekke’nin hemen üzerinden bir orman başlar ki ucu bucağı yoktur.Oraya ’MEŞELİK’ derler ya sadece meşe var sanmayın özellikle çamlar büyük yekün tutar.Yaz kış yeşil kalan diğer çam ve mazı türü ağaçlar orayı cennete çevirir.
Köyde çifte çubuğa,hayvan otlatmaya gidenler her akşam dönüşünde bir eşek yükü çam kozalağı ve dal kırıkları toplar,kış boyu bunları tezekle birlikte yakarlar.
Tekke ve çevresindeki bütün köyler Avşardır.Sadece aşağıda,ırmak kıyısındaki Kızılhan muhacirdir.Altıparmak,Gülabi,Kötüören,Kavurgalı,Kılıçkışla,Türbe,Kalaycı vs.vs.
Tekke’nin 20 km. batısında ise Pazarören Nahiyesi vardır.Burada ünlü öğretmen okulu olduğu için o bölgenin merkezidir Pazarören.
Şimdi Eskitekke dört haneli bir köydür.Oraya köy bile demeye insanın dili varmıyor ama siz dört haneli olduğuna bakmayın.Yolları asfalt,elektriği,suyu var.Hatta
şimdi Tekke’den uluslar arası telefon görüşmesi bile yapabilirsiniz.Neden ? Çünkü daha yukarıdaki Türbe’nin yolu ve elektriği buradan geçiyor da ondan.Yoksa devlet şu dört haneye asfalt yapacak değildi herhalde.
Eskiden Tekke’de 40-50 hane varmış.Belki de daha fazla.Gençler okumak için Pazarören’e gitmişler.Okuyamayanlar İstanbul,Ankara veya Kayseri’nin yolunu tutmuşlar. Gurbete gidenler bir daha geri dönmemişler.Türkiye’nin her köyünde olduğu gibi genç nesil hep büyük illere kaçmış.Çiftçilik ve hayvancılık eski cazibesini kaybetmiş.
Gözünü açan büyük şehirlerde soluğu almış.Bu göç vurgunu ise en çok Tekke’yi vurmuş olacak ki dört haneye düşüvermiş.
Eskiden çok kar yağarmış.Bu dağlar bu orman kurt,tilki,tavşan ve keklik kaynarmış.Tekkeli’ler topluca ava çıkar,en az otuz kişi birlikte avlanır, herkes birkaç avla dönermiş.Sadece bir kişi,Hüseyin Memiş Emmi tek başına avlanırmış.Köyün hemen alt başındaki tepenin ardına birkaç parça kuru yonca atar,akşam gelen tavşanlardan en az birini serermiş.Yani O’nun avlanma zamanı akşam olduğu için tek başına avlanırmış.
Akşam evine gelen misafirlerine:
-Siz biraz oturun.Ben bir tavşan alıp geleyim,der çıkarmış.
Sanki kümesten tavuk getirecek.Az sonra bir tüfek patlar,Hüseyin Emmi elinde bir tavşanla içeri girermiş.
Hele birinde günlerce kar yağmış.Kar adam boyu olup otu,çöpü kapatmış. Tekkeliler gökyüzünde kapkara,bulut gibi bir şey görmüş,önce korkmuşlar da.Meğerse
O bulut gibi olan şey yiyecek bulamayıp damlardaki yoncalara hücum eden bir keklik
sürüsüymüş.Tabii o gün herkes üçer-beşer keklik yakalamış.Gerçi o günlerde böyle yakalamakla,avlamakla bu hayvanları bitirmenin imkanı yokmuş.
Evlerin hemen hepsi tek katlı,taş yapıydı.Her evin EVLİK denilen çok büyük bir odası vardı.Evliklerin bir köşesinde şimdiki şömineye benzer ocaklar yanardı.Ocaklarda ise yazdan toplanan dallar,çam kozalakları ve tezek yakılırdı.İyi bir
Isınma olmazdı ama başka da çare yoktu.Bazı evlerde evliğin bir bölümünde inek,koyun,
keçi gibi hayvanlar bağlanırdı.Yani odanın bir kısmında hayvanlarla birlikte yaşarlardı.
Evliklerde her akşam bir araya gelerek sohbet ederlerdi.Gündüzleri ise köyün çocukları
Kuran ve namazlık öğrenirlerdi.Tabii okul yoktu.Eğitim ise eski yazı ile verilirdi.Hem
resmi de değildi.
Çocuklara namazlık ve Kuranı öğreten ise Nuh Hoca’ydı.Ünü çevreyi sarmış,
Alim olarak anılan Nuh Hoca…
Kızılhanlı İmdat Emmi :
-Ben O’nun elini iki defa öptüm,diye övünür.Öyle bir adam…
Ölüm,doğum,ad koyma,askere uğurlama,kız isteme gibi aklınıza ne gelirse hep
ön sırada Nuh Hoca vardı.Hastalanan derhal O’na koşar,okunur,bir de muska alarak dönerdi.O
-Doktora gidin.Derdi.
Gene de gelenleri kırmak istemez,zorlana zorlana muska yazar,okur-üfürürdü.Daha
Sonra pişman olur ‘Bir daha muska yazmam’ diye karar alırdı.Fakat gelenler öyle
yalvarıp,ısrar ederlerdi ki Nuh Hoca sırf insanları üzmemek için yazardı.O günlerde
tabu olmuş üfürük ve muska illeti ile bizzat savaşır,bunda da başarılı olamazdı.Hatta
çevre köylerden bile insanlar akın akın Nuh Hoca’ya koşardı.O kimseden bir kuruş
talep etmeden bu işleri yaptı.
Gariptir…İnsanlar yavaş yavaş doktora gitmeye başlayınca da Nuh Hoca’nın adı
‘Üfürükçü,muskacı’ oldu.
Nuh Hoca’nın uzun boylu,yeşile çalar çakır gözlü,oldukça yakışıklı bir oğlu vardı.
Hacı Yusuf…H.Yusuf’un şöhreti de babasından aşağı değildi.Köyün kızları o geçerken
mahsustan oyalanıp onunla bir-çift laf edebilmenin yollarını arardı.Çeşitli sebeplerle
gittiği çevre köylerin kızlarının da başını döndürmüştü.
Ava tek başına giden Hüseyin Emmi vardı ya? O’nun kızı Kezban’da Yusuf’un
başını döndürmüştü.Kezban kara kaşlı,kara gözlü,dünya güzeli bir kızdı.Köydeki bir
gencin:
-Şunu alan ölürm’ola dediği kadar güzel Kezban…
İkisi de birbirlerine tutulmuştu bir kere ve köyde duymayan kalmamıştı.
Böylece köydeki gençler Kezban’dan umudu kesmişlerdi.
H.Yusuf biraz tembelce idi.Çift çubuk O’na göre değildi.Tarlalara gitmek,ekin biçmek onun için tam bir işkenceydi.Fakat tabi ki mecburdu.Sonunda babasından dersler alarak imam olmaya karar verdi.Eskiden imam olmak için okullara gitmeye gerek yoktu.Zaten köy imamları resmi değildi.Köylü ile belli bir para veya zahire
Karşılığında anlaşıp bir yıllığına imam olunuyordu.H.Yusuf imam olursa ziraatten,
Başka bir deyişle harıl harıl çalışmaktan kurtulacaktı.Öyle de yaptı.Aldığı özel derslerle
İmam olacak hale geldi.
Nuh Hoca,bıyıkları teni terlemiş olan H.Yusuf’a Kezban’ı istedi.
O günlere göre dillere destan bir düğünle iki sevdalı evlendi.Çok mutlu bir yuva
böylece kurulmuş oldu.Köyde garip karşılansa bile onlar birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı.Tarlada,evde,,ahırda,kozalak toplamada hep el ele göz gözeydiler.
Hatta Mustafa Erdoğan (Rahmetli):
-Kezban’ı arayan Yusuf’un yanında,Yusuf’u arayan Kezban’ın yanında bulur.Ya
on metre ilerde,ya da beş metre geride.
Çok haklıydı.Aslında Kezban onu gözünün önünden ayırmak istemiyordu.Fakat
Kezban’ın korktuğu başına öyle bir geldi ki…Hem de doğum çok yakınken.
Atatürk İstiklal Savaşını başlatmış,1315-1316 doğumluları bile savaşa çağırıyordu.Eli silah tutan kim varsa seferberlik için orduya katılacaktı.Bu savaşın adı da
SEFERBERLİK olarak hatıralarda kalacaktı.
Bıyıkları yeni terlemiş olan Yusuf’ta bunlardan biriydi.Bir ana bu olayı şu dörtlükle ne güzel dile getirmiş :
Davul zurna çalınıyor
On beşliler gelsin diye
On beşliden askerm’olur
Topluyorlar ölsün diye.
İlk çocukları Elif dünyaya geldi.H.Yusuf iki ay sonra Pınarbaşı’ya (O günkü adı Aziziye)
askerlik şubesine giderek teslim oldu.Kezban günlerce ağladı,ağıtlar yaktı,dövündü durdu ama sevgili eşinin nereye gittiğini bile henüz öğrenememişti.Bir gün ilçeye giden Nuh Hoca,şubeden oğlunun İnönü Savaşlarına katılmak üzere Eskişehir çevresinde olduğunu öğrendi.Kezban’ın ayrılık acısının üzerine bir de eşini kaybetme korkusu
eklendi.Allah’a sığınıp beklemekten de başka çaresi yoktu.
H.Yusuf 1.Orduya bağlıydı.10.Ocak 1921’de 1. İnönü,31 Mart-11Nisan 1921’de de 2. İnönü Savaşlarına katıldı.Hemen akabinde gelen Büyük Taarruz’a da
katıldı. Günlerce potin ile uyudu.Arkadaşları nöbet tutuyor birkaç saat kestiriyordu.
Buna uyumak bile denmezdi.
O zamanlar yurdumuz fakirlik ve açlığın pençesinde inim inim inliyordu.
Yiyecek ve giyecek çok kıttı.Yarı aç,yarı tok,yarı çıplak…Şimdiki gibi sabun deterjan nerde? Pislikten orduda bit salgını baş gösterdi.
İşte böylesi bir ortamda Yusuf hastalandı.Vücudu yara bere içinde kalmıştı.
Allah’tan savaş ta biraz sakinleşmişti.O’nu revirde muayene eden doktor 15 gün
rapor verdi.Ayrıca Tebdil-i Hava yani nemli bir bölgeye sevki uygun görüldü.Eline evraklar verip kaybetmemesi için sıkı sıkıya da tembih ettiler.Böylece Yusuf 15 gün
izinli olarak Kayseri’nin yolunu tuttu.İzinden sonra askerlik yapacağı yer Trabzon’du
H.Yusuf bir anda kendisini kuş kadar hafif hissetti.Ne hastalığı,ne de vücudunu saran yaralar umurundaydı.Bu beklemediği fırsat birden eline geçmişti.
Yani bu izinle dünyaları O’na vermişlerdi.Gözünde tüten Kezban ve iki aylıkken bıraktığı
Kızı Elif’i görebilecekti ha?
Bir yük treninin tozlu,topraklı vagonunda yer buldu.O günler için en güzel
ve en hızlı ulaşım aracıydı.İki günde Kayseri’ye ulaşabilmişlerdi.Kayseri’de gene Allah yardım etmiş,Malatya’ya giden bir yük kamyonunda yer bulmuştu.
Kılıçkışla köyünün altında kamyondan indi.Vakit ikindiyi geçmişti.
Hızla yukarı,Tekke yönünde yürümeye başladı.Yürümeye alışıktı ama hayecandan
nefes nefese kalmıştı.
Evin önünde bir taşa oturmuş olan Hürü Ana’nın gözüne aşağıdan gelen karartı takılmış hem kirmen eğiriyor hem de göz ucuyla yaklaşmakta olan yolcuyu takip ediyordu.
Adam iyice yaklaşınca onun askeri elbisesini fark etti. Kirmeni bırakıp ellerini beline koyarak izlemeye başladı.
Şu gelen adam oğlu Yusuf’ a nasıl da benziyordu.
-Vah. Yavrum, Yusuf’um şimdi ne yapıyor acaba diye düşündü.
Aman Allah’ım Bu Yusuf’tu
-Kezibaan, Keziban
içeriden kaynanasının sesini duyan Keziban dışarı fırladı.
-Buyur ana
Hürü ana dövünüyor, ellerini dizlerine vurarak ağlıyordu. Kezban korku içinde :
- Ne var ana ne oldu?
- Kız evin yıkılmasın. Şu gelene bah hele.
Kezban şok olmuştu. Evet Oydu Yusuf’tu. Bir şeyler yapmak istiyor, parmağını oynatamıyordu. Neden sonra Yusuf iyice tanınacak kadar yaklaşınca Hürü ana yerinden fırladı. Çığlıklar atıyor, oğluna doğru koşuyordu. Onun sesini duyan köylüler damlara, pencerelere üşüşmüşlerdi.
-Ana
-Yusuf’um gadasını aldığım oğlum.
Oğlunun boynuna sarılmış ağlıyor, ağlıyordu. Yusuf , Yusufluk’ tan çıkmış, bir torba kemik olmuştu. Şimdi ikisi de hüngür hüngür ağlamaktaydı.
Keziban ayakta durmaya çalışarak onları izliyordu. Eve yürüdüler.
Kapının eşiğinde iki yaşındaki Elif’in ağlamasıyla dikkatler o yana çekildi. Hacı Yusuf çocuğa doğru koşup kucağına aldı. Elif bu çığlığı basmıştı.
İçeri girdiler. İçeri karanlıktı. Hürü ana elindeki idare lambasını Yusuf’un yüzüne doğru tuttu.
-Vah yavrum savaşta mı yaralandın? Ne bu el yüz?
-Yok ana hastalandım. Havaya alışamamışım 15 gün izin verdiler.
Kezban da isli idare lambasının aydınlattığı Yusuf’a baktı. Şu eli yüzü yara bere içindeki adam Yusuf’tu ha. O gözlerine vurgun olduğu Yusuf bu muydu? Olsun. Gelmişti ya o da yeterdi.
Yusuf’ un gözlerinin feri gitmiş, canlı cenazeye dönmüştü ocağın başındaki mindere yığılır gibi oturdu. Başladı anlatmaya.
Kezban acele ile sofrayı hazırlıyor, Yusuf’ un anlattıklarını kaçırmamak içinde ikide bir durup dinliyor, bu arada gözyaşlarına hakim olamıyordu. Kocasının boynuna sarılmak için kendini zor tutuyordu. Çünkü kaynananın yanında en ayıp şeydi.
Sofra kurulurken akşam namazını kıldırıp eve dönen Nuh Hoca içeri girdi.
Baba oğul uzun bir müddet sarılıp ağlaştılar. Nuh Hoca duygularını kolay kolay açığa vurmazdı ama oğlunu bu halde görmek onu perişan etmişti.
Akşam köylüler birer ikişer gelmeye başladı. Evlik hınca hınç insanla dolmuştu. Herkes Yusuf’un anlattıklarını dinliyor, onun haline de acıyorlardı.
Gece misafirler gittikten sonra Hürü Ana ocakta kaynayan sütü indirdi. Biraz bal ile karıştırıp Yusuf’a içirdi. Hatta bu karışımı merhem gibi yaralarına sürdü.
İnek, koyun ve keçileri vardı. Hürü Ana ve Keziban ona her gün ballı süt içirdiler. Hürü Ana, içinde koca karı ilacı dediğimiz çeşitli otlarla kaynattığı sularla Yusuf’a günde iki defa banyo yaptırdı.
Yusuf’ un yaralar iyileşmeye başladı. Bütün yaraların geçmesi ise bir hafta sürdü. Yusuf sabahtan akşama kadar kızı Elif’le oynuyordu. Yüzüne kan gelmeye başlamıştı. Keziban ise dünyanın en mutlu kadınıydı.
Tekrar ayrılık gelip çattı. Yusuf Trabzon’ a gidiyordu. Gene ağlamalar, sızlanmalar arasında yollara düştü.
O Trabzon’a neyle gitti? Nasıl gitti bilemiyoruz ama boşuna gittiği kesindi. Çünkü teslim olduğunda elindeki belgeleri mi vermedi, nedir Trabzon’ da kaydı çıkmadı.
Askere ilk gittiği kadar yani iki yılda Trabzon’ da görev yaptı. Aynı acıları ve hasreti çekti. Fakat bu sefer yarası, beresi yoktu. Bu acıları ise boşu boşuna çekti. Neden mi?
Anlatayım:
Bu belgeleri sakın kaybetme diye eline verdiler. O kaybetmeden Trabzon ‘ a teslim etti. Etmeseydi onu orda iki yıl tutmazlardı. Daha sonra İstiklal Savaşı’na katılanlara madalya vererek maaş bağladılar. Hacı Yusuf’ a da madalya verdiler ama Trabzon’ da kaydı olmadığı için madalyayı geri alıp maaşı da kestiler.
Yani acılar içinde iki yıl Trabzon’ da kalmış oldu. Boşu boşuna koca iki yıl.
Savaş bitmiş, ordu terhis edilmişti. Hacı Yusuf bir cemse ile Sivas’a kadar geldi.
Her şeyiyle Eskitekke burnunda tütüyordu. Sivas’ta cemseden indi. Kendisi gibi Kayseri’ ye giden dört kişiyle yaya olarak yollara düştü.
Bir dereden geçerken ölmüş bir askere rastladılar. Hiç değilse potinini alayım diye düşünerek askere doğru yürüdü. Çünkü kendi potini parçalanmış, bir ipe bağlayarak idare ediyordu.
Cesede yaklaşınca kum gibi bitin kaynaştığını görerek potinden vazgeçti. Birkaç metre uzağında geçip gittiler.
Ekim ayındaydılar. Gecenin soğuğuna, gündüzün sıcağına aldırmadan üç gün yaya yürüyerek Kayseri’ ye geldiler.
H. Yusuf gene zayıflamış olarak gece yarısında Tekke’ye ulaştı.
Artık yeni bir hayat başlıyordu. Kezban onu gözünün önünden hiç ayırmayacaktı.
H. Yusuf kış boyu yine babasından dersler aldı. Payaslı köyünden imamlık teklifi aldı.
O zaman imamlar devletten maaş almıyordu. Köylünün verdiği hakla geçiniyorlardı.
Payaslı’dan sonra Sıradan, Saçlı, Oruçoğlu ve de uzun yıllar kaldığı B. Kavlak Köylerinde imamlık etti.
Elif’ ten sonra bir oğlu, bir de kızı doğdu ama yaşamadılar. Daha sonra Ahmet isimli bir oğlu doğdu (1927). O biraz yaşayınca umutlandılar. O’ na nüfus cüzdanı bile çıkardılar ama da öldü. Bu arada Kezban bir-iki düşük daha yaptı. Onları şu dörtlükle ne güzel anlatıyor:
Anam d’ ölük , babam d’ ölük
Ciğerlerim bölük bölük
Yılda bir beşik bozuyom.
Kele gonşu bana n’ oluk?
Bu dörtlükten anlaşılacağı gibi Avcı Hüseyin Emmi de ölmüştü.
Daha sonra bir kızları daha oldu. Pampal Ayşe… Bu ölmedi. Ardından bir de oğlan. Bu oğlana da Ahmet adını koydular. Önceki çocuğun nüfus cüzdanı da bunun oldu (1932).
Bir kız daha. Fatma. Bu da ölmedi. Böylece üç kız bir oğulları vardı. Elif, Pampal Ayşe, Ahmet ve Fatma.
H. Yusuf Hoca ve Kezban Ana’ nın sevgileri hiç eksilmedi. Hatta daha da artarak devam etti. Gittikleri yerdeki insanlar hep onlara imrenip, örnek almaya çalıştılar. Çoğu yerde onlara zamanın Leylâ ve Mecnûn’ u dediler.
Çocukları büyüdü ve birer birer yuvadan uçtular.
Oğlu Ahmet de babası gibi çiftçiliği sevmezdi. Pazarören’ de bir bakkal dükkânı açtı. Bir de ev yaptı. Ankara’ya ve Kırıkkale’ ye gittiyse de tekrar Kayseri’ ye döndü. Ünlü Turan Otelde (şimdi yıkıldı.) çalışmaya başladı.
H. Yusuf Hoca da Kezban Ana da epeyce yaşlanmışlardı. İmamlık yapamaz hale gelince oğlunun Pazarören’deki evine yerleştiler. O evde öğretmen okulunda okuyan öğrenciler kirada oturuyordu. Bunlar evin bir odasına yerleşip diğer odaları gene kiraya vermeye devam ettiler. Kazançları da sadece bu kiraydı. H. Yusuf Hoca devlete bağlı olsaydı şimdi emekli parası da olacaktı ama hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Şimdi sadece şu üç odanın kirasıyla geçinmek zorundaydılar.
Oğlu Ahmet‘ in dokuz çocuğu vardı. Bu yüzden onlara faydası yoktu.
Onca yıl geçmiş, birbirlerine öf bile dememişlerdi. Halim selim bir adam olan H. Yusuf Hoca kavgayı hiç sevmezdi. Kezban Ana ise ona hala karasevdalıydı. Bu kavga edecekleri sebepleri de yoktu.
O evde oturan öğrenciler onlara imrenir: “Keşke ilerde bizde bunlar gibi olabilsek. ,, diye temenni ederlerdi. Kızılhan’ lı öğrenci Ömer Şahan:
-Bunların sevdası romanlara konu olur.
Diyerek hayretini gizleyemiyordu.
Artık iyice yaşlanmışlardı. H. Yusuf Hoca’ya unutma nöbeti gelmeye başladı. Yaklaşık bir saat kadar kendisinin dahi kim olduğunu unutur, nöbet gidince aklını başına toplardı.
Kezban Ebe de ise tam tersine aklı başında bir kadındı. Kezban Ebe de ise müzmin bronşit vardı. Yıllardır nefes darlığı çekiyordu. Artık çeşmeden su getirmek canına tak ediyordu.
Komşularından Ayşe Öztürk(Rahmetli) bir fikir ortaya attı.
-Öğretmen okulu sınavları var. Git Ahmet’ten bir çocuğunu al getir. Hem okusun hem size yardım etsin dedi.
Bu fikir hoşlarına gitti. H. Yusuf Hoca Kayseri’ye gelerek oğlu Ahmet’le bu durumu konuştular. Zaten Ahmet de babasına yardımcı olamamanın üzüntüsü içindeydi.
O yıl ilkokulu yeni bitiren Mustafa’yı Pazarören’ deki sınavlara soktular. Mustafa sınavı kazandı. Olaylar her iki tarafında istediği şekilde gelişmişti.
Mustafa çelimsiz, zayıf, kısa boylu bir çocuktu. Onun öğretmen okuluna gittiğine kimsenin inanası gelmiyordu. İlkokul çocuklarını andırıyordu. Pire gibi de çevikti.
Okuldan gelir gelmez helkeleri alır çeşmeye koşardı.Bazen iki-üç sefer su getirdiği oluyordu.Çok uyumlu bir çocuktu.Dedesi ve ebesi ile çok iyi anlaşıyordu.
Mustafa ikiye geçmişti.
Kezban Ebe’nin bronşiti azmış onu nefes nefese bırakıyordu. Ev işlerini yaparken ikide bir doğrulup dinleniyordu.
Artık evi süpürmek, sobayı yakmak, yemek pişirmek, bulaşık yıkamak Mustafa’nın işiydi.
Bir dediklerini iki etmeyen bu torunlarından ikisi de çok memnundular. Gece gündüz ona dua ediyorlardı. Öyle ki onu yaz tatilinde bile Kayseri’ye göndermek istemiyorlardı.
Kezban Ebe o yıl uyku uyuyamaz olmuştu.Gece az bir şey dalar,bir çıtırtı ile uyanır,o gece bir daha asla uyuyamaz,yatağın içinde sabaha kadar döner dururdu.
Okulda bir sinema vardı ve her hafta sonu film oynatılırdı.Tabii herkes gibi
Mustafa da sinemaya koşar,döndüğünde ise azıcık kestirmiş olan ebesini uykusundan ederdi.Mustafa ile anlaşamadıkları tek konu bu idi.
Çok fakirdiler.Kezban Ebe’nin eline geçen bir şeyi H.Yusuf Hoca’nın ağzına sokması,ikide birde bahçede gezinen dedesi için:
-Mustafa deden yok,deden kayboldu diye telaşlanmasına,eve gelen dedesinin:
-Kötü Kezziyban…Kötü Kezziyban diyerek böğrüne dürtüklemesine dahası
bu yaşta birbirlerini gözünün önünden ayıramayışlarına Mustafa hayret ederdi.
H.Yusuf Hoca çok saflaşmış,unutkanlığı iyice artmıştı.Birinde:
-Keziyban bu çocuk neden bizden hiç çıkmıyor? Diyerek Mustafa’yı göstermişti.
Bazen da camiye gidiyor,Kezban Ebe’nin gözünü pencerede koyuyordu.
Birinde Mustafa okuldan dönüyordu.Caminin önünde dedesini gördü.Namazdan çıkmışlar,öylesine sohbet ediyorlardı.Musrafa eve geldi.
-Aman Mustafa deden yok,dedene bir bak gadanı alıyım.
-Dedem caminin önünde.
-Ne diye alıp getirmedin?
-Yahu ne yapacaksın dedemi?Otursun bakalım,nasıl olsa gelir.
Kezban Ebe biraz rahatlamıştı.
-Ebe sen bu dedeme neden bu kadar düşkünsün?
-Oğlum dünyada dedenden daha güzel biri var mı?Hem huyu da kendinden
güzel.
Mustafa pes dedi.Bir kadın kocasına,hem de bunca yıl böylesine bağlansın,pes.
-Deden kimlerle konuşuyordu?
Gırgırın zamanı gelmiş de geçiyordu. Mustafa heyecanı henüz geçmemiş ebesine:
-Yanındakileri tanıyamadım. Yeşilçam’ dan gelmişler.
-Yeşilçam ne ulan?
-Yahu ne bileyim,film mi ne teklif ediyorlarmış.Belki de fotoroman.
-Oğlum o ne bilsin filimi?
Mustafa birden ciddileşti:
-Ebe unutma ki dedem Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük aktörüdür.Dünyada ondan daha büyük artist mi var sanıyorsun?
Kezban Ebe şakayı anlamıştı.
-Eşşek sıpası seni dedi.
Bu konuşmalar sürerken H.Yusuf Hoca içeri girdi.Kezban Ebe:
-İlahe herif başına kar yağa…Nerde kaldın bire öldüm meraktan?
O elini yumruk yapıp karısının böğrüne dürtükledi.
-Kötü Kezziban kötü Kezziyban,geldim işte.
Mustafa dedesine:
-Dede film teklifi almadın mı,Sen artist değil misin?
O soruyu pek anlamadı ama cevabı çok manidardı.
-Artistim hamdolsun.
Üçü birden kahkahayı patlattılar.
*
Birinde Mustafa sinemaya gidecek parası yoktu tabi. Bir tek kendisi olsa ne âlâ yanında da Pazarören’ e yerleşen abdalların iki oğlu Samittin ve Nurettin vardı.
-Dede filme gideceğiz, bize 75 kuruş …
-İnan yok.
-Dede ne yap yap, bize 75 kuruş.
Hacı Yusuf Hoca önce hık-mık etti ama torununun ısrarlarına dayanamayıp elini cüzdanına soktu:
-Valla şundan maada param yok.
Diyerek bir lira çıkardı.
-Artık üstelemeyin, inanın yok.
-Neyse ver bakalım.
Dışarı çıkınca üçü de karnını tuta tuta güldüler. Hacı Yusuf Hoca’ nın verdiği para 25 kuruş da fazlaydı.
Gün günden kötü geliyordu. Ev kirası geçinmelerine yetmiyordu. Bu yoksulluk Mustafa’da da yansıyordu tabii. En eski elbiselerle okula gitti geldi. Büyük bir eziklik içinde olmasına rağmen dedesini ve ebesini hiç kırmadı. Onlar da birlikte birlikte oldukları beş yıl geceli gündüzlü ona dua ettiler. Hatta H. Yusuf Hoca’ya takılırlar :
-Kaç çocuğun var? Derlerdi. O’da:
-Bir oğlum var. O da Mustafa. Benim başka çocuğum mu var ki?Derdi.
Evde sevgi hâlâ en bol olan şeydi. H. Yusuf Hoca bahçeye çıksa Kezban Ebe telaşlanıyor, eline yenecek bir şey geçse kocasının ağzına sokuyordu.Bu günler ile taban tabana ters bir hayat şekliydi.Yani hiçbir şey yok,sevgi var,şimdi ise her şey
var,sevgi yok.Onlar son demlerini kelimenin tam anlamı ile ekmeğe muhtaç geçirdiler.Hiç kimseye minnet edip ağlamadılar.Hayatları da sevgileri gibi onurluydu.
Mustafa beşinci sınıfa gelmişti.
O yıl büyük kızları Elif’i kaybettiler.Öbür kızları Pampal Ayşe Hasa Köyü’nde
yaşamaktaydı.Pazarören’e gelerek annesi ve babasını,Ramazan’ı geçirmek üzere Hasa’ya götürdü.
Bir sahur yemeğinden sonra Kezban Ebe üstü yarı açık yatağına oturmuş,sofrayı toplayan kızı Pampal Ayşe ile sohbet ediyordu.Pampal Ayşe kabı kacağı götürmek için girip çıkıyordu.
-Ana üstünü ört,üşüyeceksin.
Kezban Ebe çoktan ölmüştü.O kocasından gözünü bir an ayırmayan,sevgi dolu,
vefakar,bir o kadar da gariban kadın…
Nihayet bronşitinden ve yakasından bir türlü atamadığı fakirlikten kurtulmuştu.
Yıllardır hasretini çektiği uykusuna,hem de ebedi uykusuna kavuşmuştu.30.09.1975
O’nu Hasa’ya defnettiler.Allah (cc.)günahlarını bağışlasın,makamını cennet etsin
H.Yusuf Hoca oğlu Ahmet’le Kayseri’ye geldi.O artık yaşlı bir çocuktu.Kezban
Ebe’nin öldüğünü doğru dürüst anlayamadı bile.
O da çok yaşamadı.Birbirlerini böylesine seven iki insanın ayrılıkları pek uzun sürmedi.Tam dört ay sonra O da öldü.28.01.1975 Allah O’nun da makamını cennet etsin.
Mustafa o gün bu gündür ikinci bir Leyla ve Mecnun’a rastlamadı.Ebesi ve dedesi türünün son örnekleriydi beklide.O yaz tatili dönüşünde dedesiz ve ebesiz odasında saatlerce ağladı.
Öğretmen olduktan sonra da sattıkları o eve uğradı.Sanki cennetten gelen ebesi ve dedesi ile sohbet etti.Sel gibi gözyaşları içinde onlara Fatihalar okudu.
Eğer yaşasalardı onları alıp çalıştığı köylere götürecek,bu sevgi timsali,iki güzide
insanı başına taç yapacaktı.Bunu yapamamanın acısını ise yıllarca yüreğinde
hissedecekti. 19.01.2004
Keziban Ebemin ve H.Yusuf dedemin ruhlarına Fatihalarla…
KÖTÜ KEZİBAN
Kayseri İli,Pınarbaşı İlçesi,Eskitekke Köyü.
Bildiğiniz bir köy işte.Kışın çamurdan,yazın da tozdan geçilmez.Elektrik yok,su yok,arazi dağlık,yolları ham toprak.Hele bir de yağmur yağdımı çamurdan geçilmez.Yol kenarındaki tarlalara da kaçamazsınız.Orası daha da cıvıktır.Böyle yağışlı havalarda gelip gidenlerin ayakları birer batman çamur olur.
Eskitekke bir dağın eteklerinde kurulmuştur.Bir araba lastiğini bıraksanız taa Sıradan’a kadar yuvarlanır.Bu mesafe hiç de azımsanacak gibi değildir.Yaklaşık 20 km.
Eskitekke’den daha yukarda ise Türbe Köyü vardır.Bu köyü Rumlardan Melik Gazi aldığı için şimdiki adı Melikgazi’dir.Yöre halkı oraya hala mahalli ağızla Tülbe der.
Türbe de nereden çıktı demeyin.Tekke’yi yakından ilgilendiren bir konu için Türbe’ye tekrar döneceğiz.
Tekkeli’ler o dağlık arazide çiftçilik ve hayvancılıkla geçinirler.Dağlık olduğuna bakmayın.Orası tipik bir bozkır köyü değildir.Tekke’nin hemen üzerinden bir orman başlar ki ucu bucağı yoktur.Oraya ’MEŞELİK’ derler ya sadece meşe var sanmayın özellikle çamlar büyük yekün tutar.Yaz kış yeşil kalan diğer çam ve mazı türü ağaçlar orayı cennete çevirir.
Köyde çifte çubuğa,hayvan otlatmaya gidenler her akşam dönüşünde bir eşek yükü çam kozalağı ve dal kırıkları toplar,kış boyu bunları tezekle birlikte yakarlar.
Tekke ve çevresindeki bütün köyler Avşardır.Sadece aşağıda,ırmak kıyısındaki Kızılhan muhacirdir.Altıparmak,Gülabi,Kötüören,Kavurgalı,Kılıçkışla,Türbe,Kalaycı vs.vs.
Tekke’nin 20 km. batısında ise Pazarören Nahiyesi vardır.Burada ünlü öğretmen okulu olduğu için o bölgenin merkezidir Pazarören.
Şimdi Eskitekke dört haneli bir köydür.Oraya köy bile demeye insanın dili varmıyor ama siz dört haneli olduğuna bakmayın.Yolları asfalt,elektriği,suyu var.Hatta
şimdi Tekke’den uluslar arası telefon görüşmesi bile yapabilirsiniz.Neden ? Çünkü daha yukarıdaki Türbe’nin yolu ve elektriği buradan geçiyor da ondan.Yoksa devlet şu dört haneye asfalt yapacak değildi herhalde.
Eskiden Tekke’de 40-50 hane varmış.Belki de daha fazla.Gençler okumak için Pazarören’e gitmişler.Okuyamayanlar İstanbul,Ankara veya Kayseri’nin yolunu tutmuşlar. Gurbete gidenler bir daha geri dönmemişler.Türkiye’nin her köyünde olduğu gibi genç nesil hep büyük illere kaçmış.Çiftçilik ve hayvancılık eski cazibesini kaybetmiş.
Gözünü açan büyük şehirlerde soluğu almış.Bu göç vurgunu ise en çok Tekke’yi vurmuş olacak ki dört haneye düşüvermiş.
Eskiden çok kar yağarmış.Bu dağlar bu orman kurt,tilki,tavşan ve keklik kaynarmış.Tekkeli’ler topluca ava çıkar,en az otuz kişi birlikte avlanır, herkes birkaç avla dönermiş.Sadece bir kişi,Hüseyin Memiş Emmi tek başına avlanırmış.Köyün hemen alt başındaki tepenin ardına birkaç parça kuru yonca atar,akşam gelen tavşanlardan en az birini serermiş.Yani O’nun avlanma zamanı akşam olduğu için tek başına avlanırmış.
Akşam evine gelen misafirlerine:
-Siz biraz oturun.Ben bir tavşan alıp geleyim,der çıkarmış.
Sanki kümesten tavuk getirecek.Az sonra bir tüfek patlar,Hüseyin Emmi elinde bir tavşanla içeri girermiş.
Hele birinde günlerce kar yağmış.Kar adam boyu olup otu,çöpü kapatmış. Tekkeliler gökyüzünde kapkara,bulut gibi bir şey görmüş,önce korkmuşlar da.Meğerse
O bulut gibi olan şey yiyecek bulamayıp damlardaki yoncalara hücum eden bir keklik
sürüsüymüş.Tabii o gün herkes üçer-beşer keklik yakalamış.Gerçi o günlerde böyle yakalamakla,avlamakla bu hayvanları bitirmenin imkanı yokmuş.
Evlerin hemen hepsi tek katlı,taş yapıydı.Her evin EVLİK denilen çok büyük bir odası vardı.Evliklerin bir köşesinde şimdiki şömineye benzer ocaklar yanardı.Ocaklarda ise yazdan toplanan dallar,çam kozalakları ve tezek yakılırdı.İyi bir
Isınma olmazdı ama başka da çare yoktu.Bazı evlerde evliğin bir bölümünde inek,koyun,
keçi gibi hayvanlar bağlanırdı.Yani odanın bir kısmında hayvanlarla birlikte yaşarlardı.
Evliklerde her akşam bir araya gelerek sohbet ederlerdi.Gündüzleri ise köyün çocukları
Kuran ve namazlık öğrenirlerdi.Tabii okul yoktu.Eğitim ise eski yazı ile verilirdi.Hem
resmi de değildi.
Çocuklara namazlık ve Kuranı öğreten ise Nuh Hoca’ydı.Ünü çevreyi sarmış,
Alim olarak anılan Nuh Hoca…
Kızılhanlı İmdat Emmi :
-Ben O’nun elini iki defa öptüm,diye övünür.Öyle bir adam…
Ölüm,doğum,ad koyma,askere uğurlama,kız isteme gibi aklınıza ne gelirse hep
ön sırada Nuh Hoca vardı.Hastalanan derhal O’na koşar,okunur,bir de muska alarak dönerdi.O
-Doktora gidin.Derdi.
Gene de gelenleri kırmak istemez,zorlana zorlana muska yazar,okur-üfürürdü.Daha
Sonra pişman olur ‘Bir daha muska yazmam’ diye karar alırdı.Fakat gelenler öyle
yalvarıp,ısrar ederlerdi ki Nuh Hoca sırf insanları üzmemek için yazardı.O günlerde
tabu olmuş üfürük ve muska illeti ile bizzat savaşır,bunda da başarılı olamazdı.Hatta
çevre köylerden bile insanlar akın akın Nuh Hoca’ya koşardı.O kimseden bir kuruş
talep etmeden bu işleri yaptı.
Gariptir…İnsanlar yavaş yavaş doktora gitmeye başlayınca da Nuh Hoca’nın adı
‘Üfürükçü,muskacı’ oldu.
Nuh Hoca’nın uzun boylu,yeşile çalar çakır gözlü,oldukça yakışıklı bir oğlu vardı.
Hacı Yusuf…H.Yusuf’un şöhreti de babasından aşağı değildi.Köyün kızları o geçerken
mahsustan oyalanıp onunla bir-çift laf edebilmenin yollarını arardı.Çeşitli sebeplerle
gittiği çevre köylerin kızlarının da başını döndürmüştü.
Ava tek başına giden Hüseyin Emmi vardı ya? O’nun kızı Kezban’da Yusuf’un
başını döndürmüştü.Kezban kara kaşlı,kara gözlü,dünya güzeli bir kızdı.Köydeki bir
gencin:
-Şunu alan ölürm’ola dediği kadar güzel Kezban…
İkisi de birbirlerine tutulmuştu bir kere ve köyde duymayan kalmamıştı.
Böylece köydeki gençler Kezban’dan umudu kesmişlerdi.
H.Yusuf biraz tembelce idi.Çift çubuk O’na göre değildi.Tarlalara gitmek,ekin biçmek onun için tam bir işkenceydi.Fakat tabi ki mecburdu.Sonunda babasından dersler alarak imam olmaya karar verdi.Eskiden imam olmak için okullara gitmeye gerek yoktu.Zaten köy imamları resmi değildi.Köylü ile belli bir para veya zahire
Karşılığında anlaşıp bir yıllığına imam olunuyordu.H.Yusuf imam olursa ziraatten,
Başka bir deyişle harıl harıl çalışmaktan kurtulacaktı.Öyle de yaptı.Aldığı özel derslerle
İmam olacak hale geldi.
Nuh Hoca,bıyıkları teni terlemiş olan H.Yusuf’a Kezban’ı istedi.
O günlere göre dillere destan bir düğünle iki sevdalı evlendi.Çok mutlu bir yuva
böylece kurulmuş oldu.Köyde garip karşılansa bile onlar birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı.Tarlada,evde,,ahırda,kozalak toplamada hep el ele göz gözeydiler.
Hatta Mustafa Erdoğan (Rahmetli):
-Kezban’ı arayan Yusuf’un yanında,Yusuf’u arayan Kezban’ın yanında bulur.Ya
on metre ilerde,ya da beş metre geride.
Çok haklıydı.Aslında Kezban onu gözünün önünden ayırmak istemiyordu.Fakat
Kezban’ın korktuğu başına öyle bir geldi ki…Hem de doğum çok yakınken.
Atatürk İstiklal Savaşını başlatmış,1315-1316 doğumluları bile savaşa çağırıyordu.Eli silah tutan kim varsa seferberlik için orduya katılacaktı.Bu savaşın adı da
SEFERBERLİK olarak hatıralarda kalacaktı.
Bıyıkları yeni terlemiş olan Yusuf’ta bunlardan biriydi.Bir ana bu olayı şu dörtlükle ne güzel dile getirmiş :
Davul zurna çalınıyor
On beşliler gelsin diye
On beşliden askerm’olur
Topluyorlar ölsün diye.
İlk çocukları Elif dünyaya geldi.H.Yusuf iki ay sonra Pınarbaşı’ya (O günkü adı Aziziye)
askerlik şubesine giderek teslim oldu.Kezban günlerce ağladı,ağıtlar yaktı,dövündü durdu ama sevgili eşinin nereye gittiğini bile henüz öğrenememişti.Bir gün ilçeye giden Nuh Hoca,şubeden oğlunun İnönü Savaşlarına katılmak üzere Eskişehir çevresinde olduğunu öğrendi.Kezban’ın ayrılık acısının üzerine bir de eşini kaybetme korkusu
eklendi.Allah’a sığınıp beklemekten de başka çaresi yoktu.
H.Yusuf 1.Orduya bağlıydı.10.Ocak 1921’de 1. İnönü,31 Mart-11Nisan 1921’de de 2. İnönü Savaşlarına katıldı.Hemen akabinde gelen Büyük Taarruz’a da
katıldı. Günlerce potin ile uyudu.Arkadaşları nöbet tutuyor birkaç saat kestiriyordu.
Buna uyumak bile denmezdi.
O zamanlar yurdumuz fakirlik ve açlığın pençesinde inim inim inliyordu.
Yiyecek ve giyecek çok kıttı.Yarı aç,yarı tok,yarı çıplak…Şimdiki gibi sabun deterjan nerde? Pislikten orduda bit salgını baş gösterdi.
İşte böylesi bir ortamda Yusuf hastalandı.Vücudu yara bere içinde kalmıştı.
Allah’tan savaş ta biraz sakinleşmişti.O’nu revirde muayene eden doktor 15 gün
rapor verdi.Ayrıca Tebdil-i Hava yani nemli bir bölgeye sevki uygun görüldü.Eline evraklar verip kaybetmemesi için sıkı sıkıya da tembih ettiler.Böylece Yusuf 15 gün
izinli olarak Kayseri’nin yolunu tuttu.İzinden sonra askerlik yapacağı yer Trabzon’du
H.Yusuf bir anda kendisini kuş kadar hafif hissetti.Ne hastalığı,ne de vücudunu saran yaralar umurundaydı.Bu beklemediği fırsat birden eline geçmişti.
Yani bu izinle dünyaları O’na vermişlerdi.Gözünde tüten Kezban ve iki aylıkken bıraktığı
Kızı Elif’i görebilecekti ha?
Bir yük treninin tozlu,topraklı vagonunda yer buldu.O günler için en güzel
ve en hızlı ulaşım aracıydı.İki günde Kayseri’ye ulaşabilmişlerdi.Kayseri’de gene Allah yardım etmiş,Malatya’ya giden bir yük kamyonunda yer bulmuştu.
Kılıçkışla köyünün altında kamyondan indi.Vakit ikindiyi geçmişti.
Hızla yukarı,Tekke yönünde yürümeye başladı.Yürümeye alışıktı ama hayecandan
nefes nefese kalmıştı.
Evin önünde bir taşa oturmuş olan Hürü Ana’nın gözüne aşağıdan gelen karartı takılmış hem kirmen eğiriyor hem de göz ucuyla yaklaşmakta olan yolcuyu takip ediyordu.
Adam iyice yaklaşınca onun askeri elbisesini fark etti. Kirmeni bırakıp ellerini beline koyarak izlemeye başladı.
Şu gelen adam oğlu Yusuf’ a nasıl da benziyordu.
-Vah. Yavrum, Yusuf’um şimdi ne yapıyor acaba diye düşündü.
Aman Allah’ım Bu Yusuf’tu
-Kezibaan, Keziban
içeriden kaynanasının sesini duyan Keziban dışarı fırladı.
-Buyur ana
Hürü ana dövünüyor, ellerini dizlerine vurarak ağlıyordu. Kezban korku içinde :
- Ne var ana ne oldu?
- Kız evin yıkılmasın. Şu gelene bah hele.
Kezban şok olmuştu. Evet Oydu Yusuf’tu. Bir şeyler yapmak istiyor, parmağını oynatamıyordu. Neden sonra Yusuf iyice tanınacak kadar yaklaşınca Hürü ana yerinden fırladı. Çığlıklar atıyor, oğluna doğru koşuyordu. Onun sesini duyan köylüler damlara, pencerelere üşüşmüşlerdi.
-Ana
-Yusuf’um gadasını aldığım oğlum.
Oğlunun boynuna sarılmış ağlıyor, ağlıyordu. Yusuf , Yusufluk’ tan çıkmış, bir torba kemik olmuştu. Şimdi ikisi de hüngür hüngür ağlamaktaydı.
Keziban ayakta durmaya çalışarak onları izliyordu. Eve yürüdüler.
Kapının eşiğinde iki yaşındaki Elif’in ağlamasıyla dikkatler o yana çekildi. Hacı Yusuf çocuğa doğru koşup kucağına aldı. Elif bu çığlığı basmıştı.
İçeri girdiler. İçeri karanlıktı. Hürü ana elindeki idare lambasını Yusuf’un yüzüne doğru tuttu.
-Vah yavrum savaşta mı yaralandın? Ne bu el yüz?
-Yok ana hastalandım. Havaya alışamamışım 15 gün izin verdiler.
Kezban da isli idare lambasının aydınlattığı Yusuf’a baktı. Şu eli yüzü yara bere içindeki adam Yusuf’tu ha. O gözlerine vurgun olduğu Yusuf bu muydu? Olsun. Gelmişti ya o da yeterdi.
Yusuf’ un gözlerinin feri gitmiş, canlı cenazeye dönmüştü ocağın başındaki mindere yığılır gibi oturdu. Başladı anlatmaya.
Kezban acele ile sofrayı hazırlıyor, Yusuf’ un anlattıklarını kaçırmamak içinde ikide bir durup dinliyor, bu arada gözyaşlarına hakim olamıyordu. Kocasının boynuna sarılmak için kendini zor tutuyordu. Çünkü kaynananın yanında en ayıp şeydi.
Sofra kurulurken akşam namazını kıldırıp eve dönen Nuh Hoca içeri girdi.
Baba oğul uzun bir müddet sarılıp ağlaştılar. Nuh Hoca duygularını kolay kolay açığa vurmazdı ama oğlunu bu halde görmek onu perişan etmişti.
Akşam köylüler birer ikişer gelmeye başladı. Evlik hınca hınç insanla dolmuştu. Herkes Yusuf’un anlattıklarını dinliyor, onun haline de acıyorlardı.
Gece misafirler gittikten sonra Hürü Ana ocakta kaynayan sütü indirdi. Biraz bal ile karıştırıp Yusuf’a içirdi. Hatta bu karışımı merhem gibi yaralarına sürdü.
İnek, koyun ve keçileri vardı. Hürü Ana ve Keziban ona her gün ballı süt içirdiler. Hürü Ana, içinde koca karı ilacı dediğimiz çeşitli otlarla kaynattığı sularla Yusuf’a günde iki defa banyo yaptırdı.
Yusuf’ un yaralar iyileşmeye başladı. Bütün yaraların geçmesi ise bir hafta sürdü. Yusuf sabahtan akşama kadar kızı Elif’le oynuyordu. Yüzüne kan gelmeye başlamıştı. Keziban ise dünyanın en mutlu kadınıydı.
Tekrar ayrılık gelip çattı. Yusuf Trabzon’ a gidiyordu. Gene ağlamalar, sızlanmalar arasında yollara düştü.
O Trabzon’a neyle gitti? Nasıl gitti bilemiyoruz ama boşuna gittiği kesindi. Çünkü teslim olduğunda elindeki belgeleri mi vermedi, nedir Trabzon’ da kaydı çıkmadı.
Askere ilk gittiği kadar yani iki yılda Trabzon’ da görev yaptı. Aynı acıları ve hasreti çekti. Fakat bu sefer yarası, beresi yoktu. Bu acıları ise boşu boşuna çekti. Neden mi?
Anlatayım:
Bu belgeleri sakın kaybetme diye eline verdiler. O kaybetmeden Trabzon ‘ a teslim etti. Etmeseydi onu orda iki yıl tutmazlardı. Daha sonra İstiklal Savaşı’na katılanlara madalya vererek maaş bağladılar. Hacı Yusuf’ a da madalya verdiler ama Trabzon’ da kaydı olmadığı için madalyayı geri alıp maaşı da kestiler.
Yani acılar içinde iki yıl Trabzon’ da kalmış oldu. Boşu boşuna koca iki yıl.
Savaş bitmiş, ordu terhis edilmişti. Hacı Yusuf bir cemse ile Sivas’a kadar geldi.
Her şeyiyle Eskitekke burnunda tütüyordu. Sivas’ta cemseden indi. Kendisi gibi Kayseri’ ye giden dört kişiyle yaya olarak yollara düştü.
Bir dereden geçerken ölmüş bir askere rastladılar. Hiç değilse potinini alayım diye düşünerek askere doğru yürüdü. Çünkü kendi potini parçalanmış, bir ipe bağlayarak idare ediyordu.
Cesede yaklaşınca kum gibi bitin kaynaştığını görerek potinden vazgeçti. Birkaç metre uzağında geçip gittiler.
Ekim ayındaydılar. Gecenin soğuğuna, gündüzün sıcağına aldırmadan üç gün yaya yürüyerek Kayseri’ ye geldiler.
H. Yusuf gene zayıflamış olarak gece yarısında Tekke’ye ulaştı.
Artık yeni bir hayat başlıyordu. Kezban onu gözünün önünden hiç ayırmayacaktı.
H. Yusuf kış boyu yine babasından dersler aldı. Payaslı köyünden imamlık teklifi aldı.
O zaman imamlar devletten maaş almıyordu. Köylünün verdiği hakla geçiniyorlardı.
Payaslı’dan sonra Sıradan, Saçlı, Oruçoğlu ve de uzun yıllar kaldığı B. Kavlak Köylerinde imamlık etti.
Elif’ ten sonra bir oğlu, bir de kızı doğdu ama yaşamadılar. Daha sonra Ahmet isimli bir oğlu doğdu (1927). O biraz yaşayınca umutlandılar. O’ na nüfus cüzdanı bile çıkardılar ama da öldü. Bu arada Kezban bir-iki düşük daha yaptı. Onları şu dörtlükle ne güzel anlatıyor:
Anam d’ ölük , babam d’ ölük
Ciğerlerim bölük bölük
Yılda bir beşik bozuyom.
Kele gonşu bana n’ oluk?
Bu dörtlükten anlaşılacağı gibi Avcı Hüseyin Emmi de ölmüştü.
Daha sonra bir kızları daha oldu. Pampal Ayşe… Bu ölmedi. Ardından bir de oğlan. Bu oğlana da Ahmet adını koydular. Önceki çocuğun nüfus cüzdanı da bunun oldu (1932).
Bir kız daha. Fatma. Bu da ölmedi. Böylece üç kız bir oğulları vardı. Elif, Pampal Ayşe, Ahmet ve Fatma.
H. Yusuf Hoca ve Kezban Ana’ nın sevgileri hiç eksilmedi. Hatta daha da artarak devam etti. Gittikleri yerdeki insanlar hep onlara imrenip, örnek almaya çalıştılar. Çoğu yerde onlara zamanın Leylâ ve Mecnûn’ u dediler.
Çocukları büyüdü ve birer birer yuvadan uçtular.
Oğlu Ahmet de babası gibi çiftçiliği sevmezdi. Pazarören’ de bir bakkal dükkânı açtı. Bir de ev yaptı. Ankara’ya ve Kırıkkale’ ye gittiyse de tekrar Kayseri’ ye döndü. Ünlü Turan Otelde (şimdi yıkıldı.) çalışmaya başladı.
H. Yusuf Hoca da Kezban Ana da epeyce yaşlanmışlardı. İmamlık yapamaz hale gelince oğlunun Pazarören’deki evine yerleştiler. O evde öğretmen okulunda okuyan öğrenciler kirada oturuyordu. Bunlar evin bir odasına yerleşip diğer odaları gene kiraya vermeye devam ettiler. Kazançları da sadece bu kiraydı. H. Yusuf Hoca devlete bağlı olsaydı şimdi emekli parası da olacaktı ama hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Şimdi sadece şu üç odanın kirasıyla geçinmek zorundaydılar.
Oğlu Ahmet‘ in dokuz çocuğu vardı. Bu yüzden onlara faydası yoktu.
Onca yıl geçmiş, birbirlerine öf bile dememişlerdi. Halim selim bir adam olan H. Yusuf Hoca kavgayı hiç sevmezdi. Kezban Ana ise ona hala karasevdalıydı. Bu kavga edecekleri sebepleri de yoktu.
O evde oturan öğrenciler onlara imrenir: “Keşke ilerde bizde bunlar gibi olabilsek. ,, diye temenni ederlerdi. Kızılhan’ lı öğrenci Ömer Şahan:
-Bunların sevdası romanlara konu olur.
Diyerek hayretini gizleyemiyordu.
Artık iyice yaşlanmışlardı. H. Yusuf Hoca’ya unutma nöbeti gelmeye başladı. Yaklaşık bir saat kadar kendisinin dahi kim olduğunu unutur, nöbet gidince aklını başına toplardı.
Kezban Ebe de ise tam tersine aklı başında bir kadındı. Kezban Ebe de ise müzmin bronşit vardı. Yıllardır nefes darlığı çekiyordu. Artık çeşmeden su getirmek canına tak ediyordu.
Komşularından Ayşe Öztürk(Rahmetli) bir fikir ortaya attı.
-Öğretmen okulu sınavları var. Git Ahmet’ten bir çocuğunu al getir. Hem okusun hem size yardım etsin dedi.
Bu fikir hoşlarına gitti. H. Yusuf Hoca Kayseri’ye gelerek oğlu Ahmet’le bu durumu konuştular. Zaten Ahmet de babasına yardımcı olamamanın üzüntüsü içindeydi.
O yıl ilkokulu yeni bitiren Mustafa’yı Pazarören’ deki sınavlara soktular. Mustafa sınavı kazandı. Olaylar her iki tarafında istediği şekilde gelişmişti.
Mustafa çelimsiz, zayıf, kısa boylu bir çocuktu. Onun öğretmen okuluna gittiğine kimsenin inanası gelmiyordu. İlkokul çocuklarını andırıyordu. Pire gibi de çevikti.
Okuldan gelir gelmez helkeleri alır çeşmeye koşardı.Bazen iki-üç sefer su getirdiği oluyordu.Çok uyumlu bir çocuktu.Dedesi ve ebesi ile çok iyi anlaşıyordu.
Mustafa ikiye geçmişti.
Kezban Ebe’nin bronşiti azmış onu nefes nefese bırakıyordu. Ev işlerini yaparken ikide bir doğrulup dinleniyordu.
Artık evi süpürmek, sobayı yakmak, yemek pişirmek, bulaşık yıkamak Mustafa’nın işiydi.
Bir dediklerini iki etmeyen bu torunlarından ikisi de çok memnundular. Gece gündüz ona dua ediyorlardı. Öyle ki onu yaz tatilinde bile Kayseri’ye göndermek istemiyorlardı.
Kezban Ebe o yıl uyku uyuyamaz olmuştu.Gece az bir şey dalar,bir çıtırtı ile uyanır,o gece bir daha asla uyuyamaz,yatağın içinde sabaha kadar döner dururdu.
Okulda bir sinema vardı ve her hafta sonu film oynatılırdı.Tabii herkes gibi
Mustafa da sinemaya koşar,döndüğünde ise azıcık kestirmiş olan ebesini uykusundan ederdi.Mustafa ile anlaşamadıkları tek konu bu idi.
Çok fakirdiler.Kezban Ebe’nin eline geçen bir şeyi H.Yusuf Hoca’nın ağzına sokması,ikide birde bahçede gezinen dedesi için:
-Mustafa deden yok,deden kayboldu diye telaşlanmasına,eve gelen dedesinin:
-Kötü Kezziyban…Kötü Kezziyban diyerek böğrüne dürtüklemesine dahası
bu yaşta birbirlerini gözünün önünden ayıramayışlarına Mustafa hayret ederdi.
H.Yusuf Hoca çok saflaşmış,unutkanlığı iyice artmıştı.Birinde:
-Keziyban bu çocuk neden bizden hiç çıkmıyor? Diyerek Mustafa’yı göstermişti.
Bazen da camiye gidiyor,Kezban Ebe’nin gözünü pencerede koyuyordu.
Birinde Mustafa okuldan dönüyordu.Caminin önünde dedesini gördü.Namazdan çıkmışlar,öylesine sohbet ediyorlardı.Musrafa eve geldi.
-Aman Mustafa deden yok,dedene bir bak gadanı alıyım.
-Dedem caminin önünde.
-Ne diye alıp getirmedin?
-Yahu ne yapacaksın dedemi?Otursun bakalım,nasıl olsa gelir.
Kezban Ebe biraz rahatlamıştı.
-Ebe sen bu dedeme neden bu kadar düşkünsün?
-Oğlum dünyada dedenden daha güzel biri var mı?Hem huyu da kendinden
güzel.
Mustafa pes dedi.Bir kadın kocasına,hem de bunca yıl böylesine bağlansın,pes.
-Deden kimlerle konuşuyordu?
Gırgırın zamanı gelmiş de geçiyordu. Mustafa heyecanı henüz geçmemiş ebesine:
-Yanındakileri tanıyamadım. Yeşilçam’ dan gelmişler.
-Yeşilçam ne ulan?
-Yahu ne bileyim,film mi ne teklif ediyorlarmış.Belki de fotoroman.
-Oğlum o ne bilsin filimi?
Mustafa birden ciddileşti:
-Ebe unutma ki dedem Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük aktörüdür.Dünyada ondan daha büyük artist mi var sanıyorsun?
Kezban Ebe şakayı anlamıştı.
-Eşşek sıpası seni dedi.
Bu konuşmalar sürerken H.Yusuf Hoca içeri girdi.Kezban Ebe:
-İlahe herif başına kar yağa…Nerde kaldın bire öldüm meraktan?
O elini yumruk yapıp karısının böğrüne dürtükledi.
-Kötü Kezziban kötü Kezziyban,geldim işte.
Mustafa dedesine:
-Dede film teklifi almadın mı,Sen artist değil misin?
O soruyu pek anlamadı ama cevabı çok manidardı.
-Artistim hamdolsun.
Üçü birden kahkahayı patlattılar.
*
Birinde Mustafa sinemaya gidecek parası yoktu tabi. Bir tek kendisi olsa ne âlâ yanında da Pazarören’ e yerleşen abdalların iki oğlu Samittin ve Nurettin vardı.
-Dede filme gideceğiz, bize 75 kuruş …
-İnan yok.
-Dede ne yap yap, bize 75 kuruş.
Hacı Yusuf Hoca önce hık-mık etti ama torununun ısrarlarına dayanamayıp elini cüzdanına soktu:
-Valla şundan maada param yok.
Diyerek bir lira çıkardı.
-Artık üstelemeyin, inanın yok.
-Neyse ver bakalım.
Dışarı çıkınca üçü de karnını tuta tuta güldüler. Hacı Yusuf Hoca’ nın verdiği para 25 kuruş da fazlaydı.
Gün günden kötü geliyordu. Ev kirası geçinmelerine yetmiyordu. Bu yoksulluk Mustafa’da da yansıyordu tabii. En eski elbiselerle okula gitti geldi. Büyük bir eziklik içinde olmasına rağmen dedesini ve ebesini hiç kırmadı. Onlar da birlikte birlikte oldukları beş yıl geceli gündüzlü ona dua ettiler. Hatta H. Yusuf Hoca’ya takılırlar :
-Kaç çocuğun var? Derlerdi. O’da:
-Bir oğlum var. O da Mustafa. Benim başka çocuğum mu var ki?Derdi.
Evde sevgi hâlâ en bol olan şeydi. H. Yusuf Hoca bahçeye çıksa Kezban Ebe telaşlanıyor, eline yenecek bir şey geçse kocasının ağzına sokuyordu.Bu günler ile taban tabana ters bir hayat şekliydi.Yani hiçbir şey yok,sevgi var,şimdi ise her şey
var,sevgi yok.Onlar son demlerini kelimenin tam anlamı ile ekmeğe muhtaç geçirdiler.Hiç kimseye minnet edip ağlamadılar.Hayatları da sevgileri gibi onurluydu.
Mustafa beşinci sınıfa gelmişti.
O yıl büyük kızları Elif’i kaybettiler.Öbür kızları Pampal Ayşe Hasa Köyü’nde
yaşamaktaydı.Pazarören’e gelerek annesi ve babasını,Ramazan’ı geçirmek üzere Hasa’ya götürdü.
Bir sahur yemeğinden sonra Kezban Ebe üstü yarı açık yatağına oturmuş,sofrayı toplayan kızı Pampal Ayşe ile sohbet ediyordu.Pampal Ayşe kabı kacağı götürmek için girip çıkıyordu.
-Ana üstünü ört,üşüyeceksin.
Kezban Ebe çoktan ölmüştü.O kocasından gözünü bir an ayırmayan,sevgi dolu,
vefakar,bir o kadar da gariban kadın…
Nihayet bronşitinden ve yakasından bir türlü atamadığı fakirlikten kurtulmuştu.
Yıllardır hasretini çektiği uykusuna,hem de ebedi uykusuna kavuşmuştu.30.09.1975
O’nu Hasa’ya defnettiler.Allah (cc.)günahlarını bağışlasın,makamını cennet etsin
H.Yusuf Hoca oğlu Ahmet’le Kayseri’ye geldi.O artık yaşlı bir çocuktu.Kezban
Ebe’nin öldüğünü doğru dürüst anlayamadı bile.
O da çok yaşamadı.Birbirlerini böylesine seven iki insanın ayrılıkları pek uzun sürmedi.Tam dört ay sonra O da öldü.28.01.1975 Allah O’nun da makamını cennet etsin.
Mustafa o gün bu gündür ikinci bir Leyla ve Mecnun’a rastlamadı.Ebesi ve dedesi türünün son örnekleriydi beklide.O yaz tatili dönüşünde dedesiz ve ebesiz odasında saatlerce ağladı.
Öğretmen olduktan sonra da sattıkları o eve uğradı.Sanki cennetten gelen ebesi ve dedesi ile sohbet etti.Sel gibi gözyaşları içinde onlara Fatihalar okudu.
Eğer yaşasalardı onları alıp çalıştığı köylere götürecek,bu sevgi timsali,iki güzide
insanı başına taç yapacaktı.Bunu yapamamanın acısını ise yıllarca yüreğinde
hissedecekti. 19.01.2004
AMANIN KİMLER GELMİŞ ?
Sanki kırk kurbanla arayıp buldum,
Babanın yanına balağım gelmiş.
Duluğu sellim de kafası kelim,
Tek ayak çoraplı çolağım gelmiş.
Kucak mı istiyon söyle aslanım,
Sırtıma sırt ver de sana yaslanım,
Sen orada uyu ben de seslenim,
Sırtından muskalı ulağım gelmiş.
Sesime ses kat ta bulayım seni
Gel de kucağıma alayım seni,
Ben hangi beşiğe beleyim seni ?
Yüz meyve kokulu çileğim gelmiş.
Ayaklar tepinir kaşları çatık,
Sadece süt içer istemez katık,
En derin uykuya beş dakka yatık,
O uyku sersemi, salağım gelmiş.
Ee derim uyumaz,ce derim susmaz,
Akşamaça ağlar sesini kesmez,
Yalandan sallarım tongaya basmaz,
İlla kucak diyen şeleğim gelmiş.
Yanına uzanıp sinek kovarım,
Ne kadar kızsam da gene severim,
Hele az büyüsün sonra döverim
Şimdi gözüm nuru meleğim gelmiş.
Hiç razı olmuyor yere koyunca
Beş kişi koşuyor bir ve ! deyince
İki koldan iki iğne yiyince,
Gözleri baygınım lalağım gelmiş.
(Tunahan 5 aylıkken yazmışım.)
Babanın yanına balağım gelmiş.
Duluğu sellim de kafası kelim,
Tek ayak çoraplı çolağım gelmiş.
Kucak mı istiyon söyle aslanım,
Sırtıma sırt ver de sana yaslanım,
Sen orada uyu ben de seslenim,
Sırtından muskalı ulağım gelmiş.
Sesime ses kat ta bulayım seni
Gel de kucağıma alayım seni,
Ben hangi beşiğe beleyim seni ?
Yüz meyve kokulu çileğim gelmiş.
Ayaklar tepinir kaşları çatık,
Sadece süt içer istemez katık,
En derin uykuya beş dakka yatık,
O uyku sersemi, salağım gelmiş.
Ee derim uyumaz,ce derim susmaz,
Akşamaça ağlar sesini kesmez,
Yalandan sallarım tongaya basmaz,
İlla kucak diyen şeleğim gelmiş.
Yanına uzanıp sinek kovarım,
Ne kadar kızsam da gene severim,
Hele az büyüsün sonra döverim
Şimdi gözüm nuru meleğim gelmiş.
Hiç razı olmuyor yere koyunca
Beş kişi koşuyor bir ve ! deyince
İki koldan iki iğne yiyince,
Gözleri baygınım lalağım gelmiş.
(Tunahan 5 aylıkken yazmışım.)
BABALAR DA NİNNİ SÖYLER
(Yarı Almanca yarı Türkçe olan bu şiir tarafımdan bestelendi.Almanca kısımlarının tercümesini aşağıda bulacaksınız.)
Herzlich willkommen,herzlich willkommen
In den meinen lebens Herbs zeıtıma,
Bitte gehen sie nicht von mir etvas
Auch ein schnitt von weitıma
Sen gel Tunahan,sen gel Tunahan
Du bist meins schönes engel Tunahan
Gönlümün gücü yok sensiz olmaya
Beni sensiz koma kom gel Tunahan.
En güzel yarınlar beklesin seni,
Uzansın melekler koklasın seni
Rabbim kanadında saklasın seni
Gözlerinden öpüyorum Tunahan.
TERCÜME :Ömrümün sonbahar mevsimine candan hoş geldin
Lütfen benden uzağa gitme,bir adım bile.
Sen gel Tunahan Sen benim güzel meleğimsin.
Herzlich willkommen,herzlich willkommen
In den meinen lebens Herbs zeıtıma,
Bitte gehen sie nicht von mir etvas
Auch ein schnitt von weitıma
Sen gel Tunahan,sen gel Tunahan
Du bist meins schönes engel Tunahan
Gönlümün gücü yok sensiz olmaya
Beni sensiz koma kom gel Tunahan.
En güzel yarınlar beklesin seni,
Uzansın melekler koklasın seni
Rabbim kanadında saklasın seni
Gözlerinden öpüyorum Tunahan.
TERCÜME :Ömrümün sonbahar mevsimine candan hoş geldin
Lütfen benden uzağa gitme,bir adım bile.
Sen gel Tunahan Sen benim güzel meleğimsin.
ZÜLEYHA’YA
Allah’ın göklerden sırf benim için
Yere indirdiği nurdur Züleyha.
Şarab-ı kevserdir bu canım için,
Olanca dünyamda birdir Züleyha.
Çok ince düşünür,el kadar canı,
Nasıl da uzağa fırlattım seni
Özledim bebeğim özledim seni
Dua et hasreti durdur Züleyha .
Küçücük elini kaldır Allah’a,
Yoruldum,tükendim,bittim vallaha
Bir daha ayrılmam senden bir daha
Ayrılığın derdi zordur Züleyha.
Daracık dünyada hapis olmuşum,
Aha yaşamışım,aha ölmüşüm,
Üç günlük dünyada ayrı kalmışım
Ya bunun neresi kardır Züleyha?
Sana benzer bütün baktığım kızlar,
Bazen baba derler yüreğim sızlar.
Ancak Yakup böyle Yusuf’u özler
Babayın da gözü kördür Züleyha
Gözüm açılacak seni görünce
Dönüş için kesin karar verince
Artık bir gün dönüp sana varınca
Bil ki artık baban hürdür Züleyha.
Yere indirdiği nurdur Züleyha.
Şarab-ı kevserdir bu canım için,
Olanca dünyamda birdir Züleyha.
Çok ince düşünür,el kadar canı,
Nasıl da uzağa fırlattım seni
Özledim bebeğim özledim seni
Dua et hasreti durdur Züleyha .
Küçücük elini kaldır Allah’a,
Yoruldum,tükendim,bittim vallaha
Bir daha ayrılmam senden bir daha
Ayrılığın derdi zordur Züleyha.
Daracık dünyada hapis olmuşum,
Aha yaşamışım,aha ölmüşüm,
Üç günlük dünyada ayrı kalmışım
Ya bunun neresi kardır Züleyha?
Sana benzer bütün baktığım kızlar,
Bazen baba derler yüreğim sızlar.
Ancak Yakup böyle Yusuf’u özler
Babayın da gözü kördür Züleyha
Gözüm açılacak seni görünce
Dönüş için kesin karar verince
Artık bir gün dönüp sana varınca
Bil ki artık baban hürdür Züleyha.
YUSUF’A YAZMIŞIM Kİ :
Baban kurban olsun kuzum,
Gözleriyin bakışına,
Mısır’ı verseler vermem
Kaşlarıyın nakışına.
Gözleriyin bakışına,
Mısır’ı verseler vermem
Kaşlarıyın nakışına.
TUNAHAN
Gel ders çalışalım derim
Derince bir UFF der Tunahan,
Elemtereyi öğrenmemiş
Hoca sana YUF der Tunahan
Kızgın yumurtayı alıp soyar
Arada bir PUFF der Tunahan
Akşamaça top oynar,terler
Bakkala git derim ÜFF der Tunahan.
Bayat ekmeği ısırıp fırlatır
Çünkü içi tüm KÜFF der Tunahan
Bir iş buyuran olunca
Bu ne kadar LAFF der Tunahan
Yatağına uzanır uzanmaz
Horul horul PUFF der Tunahan
Derince bir UFF der Tunahan,
Elemtereyi öğrenmemiş
Hoca sana YUF der Tunahan
Kızgın yumurtayı alıp soyar
Arada bir PUFF der Tunahan
Akşamaça top oynar,terler
Bakkala git derim ÜFF der Tunahan.
Bayat ekmeği ısırıp fırlatır
Çünkü içi tüm KÜFF der Tunahan
Bir iş buyuran olunca
Bu ne kadar LAFF der Tunahan
Yatağına uzanır uzanmaz
Horul horul PUFF der Tunahan
13 Eylül 2008 Cumartesi
İNSANOĞLUNA
Gözün çapaklanır,burnunda sümük,
Neyine şişersin garibim benim ?
Ağzında en iğrenç şey olan tükrük,
Kibire düşersin garibim benim.
Terin akar, her tarafa bulaşır,
B.kuyun kokusu aya ulaşır,
Elin titrer,ayakların dolaşır,
Altına işersin garibim benim.
Bir tas su olmazsa nefesin kokar,
Küçük arı gelir boynundan sokar,
Mikrop yakalarsa ananı s.ker
Öğünür yaşarsın garibim benim.
Kendi balgamından kendin kaçarsın,
Sen kendini savunmaktan naçarsın,
Yaran irinlenir,alkol içersin,
Coştukça coşarsın garibim benim.
Neyine şişersin garibim benim ?
Ağzında en iğrenç şey olan tükrük,
Kibire düşersin garibim benim.
Terin akar, her tarafa bulaşır,
B.kuyun kokusu aya ulaşır,
Elin titrer,ayakların dolaşır,
Altına işersin garibim benim.
Bir tas su olmazsa nefesin kokar,
Küçük arı gelir boynundan sokar,
Mikrop yakalarsa ananı s.ker
Öğünür yaşarsın garibim benim.
Kendi balgamından kendin kaçarsın,
Sen kendini savunmaktan naçarsın,
Yaran irinlenir,alkol içersin,
Coştukça coşarsın garibim benim.
VEFA İSTANBULDA FUTBOL TAKIMI
Beni böyle yarı yolda bırakıp,
Düşmanın safına geçmek var mıydı?
Zehr-ü katran gibi kanıma akıp,
Ellerin tasından içmek var mıydı?
Bu muydu kavlimiz,ahdimiz nerde?
Sevgiyi kaptırdık ayıya,kurda.
O güzel aşkımız çiğnenmiş,yerde,
Gönül boncuğunu saçmak var mıydı?
Varlıkta yoklukta ikimiz candık
Sen bana ,ben sana candan inandık
Neden şimdi elden önce biz yandık ?
Gönül kafesinden uçmak var mıydı?
Düşmanın safına geçmek var mıydı?
Zehr-ü katran gibi kanıma akıp,
Ellerin tasından içmek var mıydı?
Bu muydu kavlimiz,ahdimiz nerde?
Sevgiyi kaptırdık ayıya,kurda.
O güzel aşkımız çiğnenmiş,yerde,
Gönül boncuğunu saçmak var mıydı?
Varlıkta yoklukta ikimiz candık
Sen bana ,ben sana candan inandık
Neden şimdi elden önce biz yandık ?
Gönül kafesinden uçmak var mıydı?
KABUL ET BENİ
Rahmansın,Rahimsin yüce Allah’ım.
Sana geliyorum kabul et beni.
Yüzüm kara,boyumdan çok günahım,
Hala gülüyorum kabul et beni.
Hastalık var,sıkıntı var,geçim var,
Şu ömrümde koskoca bir hiçim var.
Biliyorum dünya kadar suçum var
Saçım yoluyorum kabul et beni.
Güneş verdin,nefes verdin,can verdin,
Rızık verdin,hayat verdin kan verdin,
Mümine de kafire de sen verdin,
Bunu biliyorum kabul et beni.
Doğru gidemedim çizdiğin yolda,
Hep hata aradım bir başka kulda,
Çarşıda,pazarda,evde okulda,
Seni soluyorum kabul et beni.
Sana saklı değil en gizli durum,
Halıksın,Maliksin,yok bunda yorum.
Seni arıyorum ve istiyorum,
Seni diliyorum kabul et beni.
Günaha girsem de boyumca bazen,
Yanımda,canımda,ruhumda gezen,
Kiramen-Katibin şahittir yazan
Kurban oluyorum kabul et beni.
Dilimizdir ismi pakin heceler,
O gaflet ki gelir gelir geceler,
Şu an uykusunda iken niceler,
Seni buluyorum kabul et beni.
Sana geliyorum kabul et beni.
Yüzüm kara,boyumdan çok günahım,
Hala gülüyorum kabul et beni.
Hastalık var,sıkıntı var,geçim var,
Şu ömrümde koskoca bir hiçim var.
Biliyorum dünya kadar suçum var
Saçım yoluyorum kabul et beni.
Güneş verdin,nefes verdin,can verdin,
Rızık verdin,hayat verdin kan verdin,
Mümine de kafire de sen verdin,
Bunu biliyorum kabul et beni.
Doğru gidemedim çizdiğin yolda,
Hep hata aradım bir başka kulda,
Çarşıda,pazarda,evde okulda,
Seni soluyorum kabul et beni.
Sana saklı değil en gizli durum,
Halıksın,Maliksin,yok bunda yorum.
Seni arıyorum ve istiyorum,
Seni diliyorum kabul et beni.
Günaha girsem de boyumca bazen,
Yanımda,canımda,ruhumda gezen,
Kiramen-Katibin şahittir yazan
Kurban oluyorum kabul et beni.
Dilimizdir ismi pakin heceler,
O gaflet ki gelir gelir geceler,
Şu an uykusunda iken niceler,
Seni buluyorum kabul et beni.
ALLAH VAR
Ahraza dil verir ,topala ayak,
Köre bir ela göz,sağıra kulak.
Özenmiş yaratmış,aynaya bir bak.
Her bakışta nazar nazar Allah var.
O kuru ağacı kim yeşertecek?
Göğe çıkmış suyu kim düşürtecek?
Ummanda damlayı kim taşırtacak?
Tüm kalemler yazar yazar Allah var.
Yemyeşil otları sütle aklayan,
Yumurta içinde tavuk saklayan,
Kolonya var sanır gülü koklayan,
Her zerrede azar azar Allah var.
Bebeğe dil veren,serçeye kanat,
Kar yere inerken işler o sanat.
Her zerresi şahit koca kainat
Yerden göğe uzar uzar Allah var.
Gel Mustafa’m inatlaşma ‘He’ de de,
O alnından bir iz kalsın secdede,
Aydınlık bir günde kara gecede,
İster yapar,ister bozar Allah var.
Köre bir ela göz,sağıra kulak.
Özenmiş yaratmış,aynaya bir bak.
Her bakışta nazar nazar Allah var.
O kuru ağacı kim yeşertecek?
Göğe çıkmış suyu kim düşürtecek?
Ummanda damlayı kim taşırtacak?
Tüm kalemler yazar yazar Allah var.
Yemyeşil otları sütle aklayan,
Yumurta içinde tavuk saklayan,
Kolonya var sanır gülü koklayan,
Her zerrede azar azar Allah var.
Bebeğe dil veren,serçeye kanat,
Kar yere inerken işler o sanat.
Her zerresi şahit koca kainat
Yerden göğe uzar uzar Allah var.
Gel Mustafa’m inatlaşma ‘He’ de de,
O alnından bir iz kalsın secdede,
Aydınlık bir günde kara gecede,
İster yapar,ister bozar Allah var.
BEĞENMEZ
Sofralarda binbir çeşit yiyecek,
Şimdiki çocuklar balı beğenmez
Sırtlarında çeşit çeşit giyecek
Kilimi beğenmez, çulu beğenmez.
Baba kazanıyor, ana alıyor,
Gak demeden eti, sütü geliyor
Marketlerde hepsini buluyor,
Zemheri ayında gülü beğenmez
Karasaban ile cenk etti turap
O eski hayat mı? Haraptı harap.
Pantolonu bulsak yok idi çorap
O günleri görse deli beğenmez.
Sabun köpürmezdi kireçli suda
Çamaşır yunmazdı olmadan soda
Şimdi köylü bile izliyor moda
Boncuğu beğenmez, tülü beğenmez.
Hep yokluk yaşadım, dinmedi kafam
İki gün sürmedi zevk ile sefam.
Hayırlısı olsun, takma Mustafa’m
Tuzu kuru olan malı beğenmez.
8 Nisan 08
Şimdiki çocuklar balı beğenmez
Sırtlarında çeşit çeşit giyecek
Kilimi beğenmez, çulu beğenmez.
Baba kazanıyor, ana alıyor,
Gak demeden eti, sütü geliyor
Marketlerde hepsini buluyor,
Zemheri ayında gülü beğenmez
Karasaban ile cenk etti turap
O eski hayat mı? Haraptı harap.
Pantolonu bulsak yok idi çorap
O günleri görse deli beğenmez.
Sabun köpürmezdi kireçli suda
Çamaşır yunmazdı olmadan soda
Şimdi köylü bile izliyor moda
Boncuğu beğenmez, tülü beğenmez.
Hep yokluk yaşadım, dinmedi kafam
İki gün sürmedi zevk ile sefam.
Hayırlısı olsun, takma Mustafa’m
Tuzu kuru olan malı beğenmez.
8 Nisan 08
İDOLERİ EŞŞEK MEHMET
Öküz dedikçe öküz, nadan dedikçe nadan
Kırk yalanı kıvırır, hiç gözünü kırpmadan
Çarşıda yürüyemez on kişiye çarpmadan
Eğer gözlerin kör ise sana gözlük takıyım ben,
Nerde böyle öküz varsa anasını s…ben
Kendi gibi saman yiyen sığırlara bayılırlar
Sofraya da buyur etsen hayvan gibi yayılırlar
Üzüldüğüm bir tek şey var, nüfus gelir sayılırlar
Boynuna yuları takıp çayırlığa çekiyim ben,
Senin gibi magandanın anasını s…ben
Çocuğu ağzına bakar, küfür babanın tüm sözü
Örneği hayvan olanın, insana döner mi özü?
Ağzıma küfür geliyor iyisi bitsin bu yazı
Dosta dostum,şerefsize,canavarın tekiyim ben,
Dost kadrini bilmeyenin anasını s…ben
Meramımı içe sine izah ettim mi sizlere ?
İyiye kurban olayım,Küfürlerim ibnelere,
On paralık çıkar için ayakları değmez yere,
Boynuna bir tasma takıp kulağını büküyüm ben
Bu devirde ot olanın anasını s…ben. 1 Şubat 2007
Gönül arz ediyor dostu görmeyi
Engel bırakmıyor buna ne dersin?
Eller beğenmezken balı hurmayı,
Evdeki tükenen una ne dersin?
Söz : Karacaoğlan Beste:Muharrem Ertaş
Kırk yalanı kıvırır, hiç gözünü kırpmadan
Çarşıda yürüyemez on kişiye çarpmadan
Eğer gözlerin kör ise sana gözlük takıyım ben,
Nerde böyle öküz varsa anasını s…ben
Kendi gibi saman yiyen sığırlara bayılırlar
Sofraya da buyur etsen hayvan gibi yayılırlar
Üzüldüğüm bir tek şey var, nüfus gelir sayılırlar
Boynuna yuları takıp çayırlığa çekiyim ben,
Senin gibi magandanın anasını s…ben
Çocuğu ağzına bakar, küfür babanın tüm sözü
Örneği hayvan olanın, insana döner mi özü?
Ağzıma küfür geliyor iyisi bitsin bu yazı
Dosta dostum,şerefsize,canavarın tekiyim ben,
Dost kadrini bilmeyenin anasını s…ben
Meramımı içe sine izah ettim mi sizlere ?
İyiye kurban olayım,Küfürlerim ibnelere,
On paralık çıkar için ayakları değmez yere,
Boynuna bir tasma takıp kulağını büküyüm ben
Bu devirde ot olanın anasını s…ben. 1 Şubat 2007
Gönül arz ediyor dostu görmeyi
Engel bırakmıyor buna ne dersin?
Eller beğenmezken balı hurmayı,
Evdeki tükenen una ne dersin?
Söz : Karacaoğlan Beste:Muharrem Ertaş
ÖLÜM
Şu gördüğün dostlar sanma ki kalır.
Ecelin elinden bizi kim alır?
Bugun Mehmet gitti yarın kimi bilir?
Kimin defterini dürecek ölüm.
Üç günlük dünyada dört günlük çile,
Sakın ha, kalp kırma sen, bile bile
Geldik gideceğiz, eh güle güle
Herkesin hesabını görecek ölüm.
Sevgiyi, vefayı hasır eyleme
Dostlukta dürüst ol, kusur eyleme
Yumuşat kalbini nasır eyleme
Unutma kibrini kıracak ölüm
Yardım edeceksen geride durma,
Hata insan için, hatayı görme,
Sakın ha şeytana elini verme
Boyunu tahtaya serecek ölüm
Yerleştin dünyaya öz malın gibi.
Kubarıp şişerdin bir sülün gibi
Ve telli duvaklı bir gelin gibi
Boynuna kolunu saracak ölüm.
Şaşırıp ta kulun hakkını yeme
Beyazı görünce karadır deme
Bu yolun yolcusu vali, hademe
Hiç ayrım yapmadan vuracak ölüm
25.01.2007
Ecelin elinden bizi kim alır?
Bugun Mehmet gitti yarın kimi bilir?
Kimin defterini dürecek ölüm.
Üç günlük dünyada dört günlük çile,
Sakın ha, kalp kırma sen, bile bile
Geldik gideceğiz, eh güle güle
Herkesin hesabını görecek ölüm.
Sevgiyi, vefayı hasır eyleme
Dostlukta dürüst ol, kusur eyleme
Yumuşat kalbini nasır eyleme
Unutma kibrini kıracak ölüm
Yardım edeceksen geride durma,
Hata insan için, hatayı görme,
Sakın ha şeytana elini verme
Boyunu tahtaya serecek ölüm
Yerleştin dünyaya öz malın gibi.
Kubarıp şişerdin bir sülün gibi
Ve telli duvaklı bir gelin gibi
Boynuna kolunu saracak ölüm.
Şaşırıp ta kulun hakkını yeme
Beyazı görünce karadır deme
Bu yolun yolcusu vali, hademe
Hiç ayrım yapmadan vuracak ölüm
25.01.2007
HELE DUR!
Beni küçük görme sevgili annem
Sana kazak öreceğim hele dur
Şöyle yürümeye başlar başlamaz
Tüm işini göreceğim hele dur.
İçimden sevgini atmayacağım
Bir ömür kaşımı çatmayacağım.
Seni uyutmadan yatmayacağım
Sana çaman karacağım hele dur.
Çay, kahve, oralet canın ne ister?
Sen emret yeter ki, yanında biter.
Senin nazlı kızın emrini tutar
Hazır olda duracağım hele dur.
Metin Abi’m Melih Abi’m gelince
Önlerinde sıcak çorba bulunca
Babamda bir bardak çayın alınca
Bir de pasta vereceğim hele dur.
Türküler söyleyip, gitarlar çalıp,
Bir ömür boyu neşeyle gülüp,
Okullara gidip takdirler alıp,
Önünüze sereceğim hele dur.
Yüzünü görünce yaz gelir bana
Ne kadar sevseniz az gelir bana
Çamaşır, bulaşık vız gelir bana
Defterini düreceğim hele dur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)